18 Ağustos 2013 Pazar

Tungsten

Çok yüksek erime noktasına (3500 °C), ısı ve elektriği iletme özelliklerine sahip ve çok sert olan bu gri-yeşil metal, çoğunlukla, elektrik lambaları ve çeşitli çelikler de dahil, çok sayıda maddenin yapılmasında kullanılmaktadır. İçinde tungsten bulunan çeliklerden yapılan gereçlerin özellikle metal işlemedeki üstünlükleri, röntgen ışınları cihazları ve yüksek sıcaklığa sahip fırınların, askeri araç-gereç ve özellikle tankların kaplanmasında tercih edilmesi, tungstenin kullanım alanını da genişletmiştir. Tungsten, aynı zamanda, röntgen cihazları ekranları, TV resim tüpleri ve floresan aydınlatması gibi metal dışı uygulamalarda da kullanılmaktadır.

Tungsten çok yerde bulunan bir madendir. Günümüzde 20 kadar ülke wolframit ya da scheelit cevherlerini işleyerek tungsten elde etmekte, fakat üretimin yüzde 80'ini yalnızca iki ülke -Çin ve Rusya- karşılamaktadır. Çin'in dünya tungsten yataklarının yaklaşık yüzde 45'ine sahip olduğu sanılmaktadır. Yakın yıllarda Çin dünya üretiminin yüzde 76'dan fazlasını üretimde de başta gelmiştir; onu, Rusya, Kuzey Kore, Bolivya, Portekiz ve Burma (Myanmar) izlemektedir; Brezilya, Özbekistan, Meksika ve Tacikistan da tungsten çıkaran önemli ülkelerdir.

Bununla birlikte, tungsten pazarlarındaki fiyatların istikrarsızlığı ve Batılı şirketlerin bekle-ve koru siyasetiyle madenlerini kapalı tutmaları, iki tungsten devinin, Rusya ve Çin'in de tungsten stoklarını kısmalarına yol açmış ve dünya tungsten üretimi 1990-1994 arasında yarıdan fazla azalma göstermiştir.

Tunç Devri

Bu tarihsel dönem, önceki çağların tarım hayvancılık, dokumacılık, çömlekçilik gibi buluşlarına, daha güçlü silâhların üretilmesine, daha ince süs eşyalarının yapılmasına olanak veren bakır ve kalay alaşımı olan tuncun keşfini eklemiştir. Besin üretimi alanında olduğu gibi, metal işleme alanında da teknolojik gelişmeler her bölgede eş zamanlı olarak yaşanmamıştır. Tunç Devri'ne Anadolu'da M.Ö. 3000, Girit, Ege Adaları ve Yunanistan'da M.Ö. 2500, Avrupa'da ise M.Ö. 2000 yıllarında ulaşılabilmiştir. Anadolu'da M.Ö. 3000-1200 yılları arasında ele alınan Tunç Devri kazılarında bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanılan teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede incelenir.

Tüplü Gazın Emniyetli Kullanımı

Fiziki ve kimyevi özelliklerinden ötürü kullanımında çok dikkatli olunması gereken LPG'nin tüplü kullanımı, depolanması ve nakliyesi esnasında dikkat edilmesi gereken hususlar aşağıdadır.

a) Dolu LPG tüplerini abonesi oldukları dağıtım şirketinin yetkili baş bayisi, yetkili bayisi veya yetkili tali bayisinden almalıdırlar.

b) Tüpün üzerinde, Türk Standardına uygun imal edildiğini gösteren TS 55 işaretini, TSE işaretini ve TS 5306 standardına göre periyodik kontrolünün yapılmış olması gereken tüplerde bu kontrolün yapıldığına dair işareti ile dağıtım şirketinin adi özellikle aranmalıdır.

c) Tüplerin üzerindeki LPG valfının TS 1862 standardına uygun oldugunu gösteren işaret aranmalıdır.

d) Pasli, şişkin, ezik, kesik, boyasız, çatlak, yangın hasarlı.. vb. tüpler kullanılmamalıdır.

e) Tüple cihaz arasindaki hortum bağlantısı eksiz ve gereği kadar uzunlukta olmalı, ancak uzunluğu 1,5 metreyi geçmemelidir.

f) Hortumun dedantöre ve yakıcı cihaza bağlantıları kelepçe ile yapılmalı, eskiyen, çatlayan yumuşayan, sertleşen veya imal tarihinden itibaren 3 yıl sonra kullanılan hortumlar yenisi ile değiştirilmelidir.

g) Yakıcı cihazın yakınında kolay tutuşabilen maddeler (kağıt, naylon, plastik, tül örtü, perde ve sıvı yakıtlar vb.) bulundurulmamalıdır.

h) Tüp yakıcı cihaz seviyesinden aşağıya konmalı ve dik konumda kullanılmalıdır.

i) Tüp doğrudan doğruya güneş ısınlarına maruz kalmamalı, kalorifer radyatöründen en az 2 m. ve soba gibi ısıtıcıların en az 4 m. uzağına konmalıdır.

i) Yakıcı cihaz, az havalanan küçük hacimli bir yerde bulunuyorsa burası sık sık havalandırılmalıdır. Ayrıca tüp hiçbir zaman çevre kotunun altında bulunan zeminden havalandırılmayan mahallerde bulundurulmamalıdır.

j) Tüp değiştirirken tüpün bulunduğu hacimde gaz birikmesi mevcutsa (gaz havadan agir oldugu için zeminden itibaren birikmeye baslar) bir havlu veya bir süpürge ile birikmiş gaz açik havaya sevk edilmelidir.

k) Yakıcı cihaza yeni tüp bağlarken yakınında yanmakta olan mum veya alev halinde yanan baska bir cisim varsa, tüp bağlama işlemi bu cisim söndürüldükten sonra yapilmalidir.

l) Cihaza yeni tüp bağlantısı yapıldıktan sonra bağlantı yerlerinde gaz kaçağı olup olmadığı sabun köpüğü ile kontrol edilmelidir. Kibrit, çakmak gibi açik ateş kaynakları kesinlikle kullanılmamalıdır. Kaçak varsa vanayı kapatıp dedantörü çıkarıp bayiye haber verilmelidir.

m) Gaz kaçağı halinde kibrit yakılmamalı, elektrik anahtarı çevrilmemeli, buzdolabı kapağı açılmamalıdır. Kıvılcıma neden olabilecek hareketlerden sakınılmalıdır.

n) Aşırı hava akimi ve yemek tasmaları cihaz alevini söndürerek gaz birikmesine sebep olur. Çok büyük tehlike arz eden bu durumla karsılaşmamaya dikkat edilmelidir. Böyle bir durumla karşılaşıldığında önce vana kapatılmalı, daha sonra pencere, kapı ve benzeri havalandırma yerleri açılarak odanın havalandırılması ve biriken gazların dışarıya çıkması saglanmalidir. Bunlar yapılmadan kesinlikle cihaz kullanılmamalıdır.

o) Kullanılan veya yedek LPG tüplerinin dolap içerisinde bulunması durumunda, dolap kapağının altında havalandırma delikleri açılmalıdır. Yedek tüp kullanılan tüpün yanına konulmamalıdır. Her aile en fazla bir adet tüp yedekleyebilir.

p) Piknik tüpü üzerinde çapı 20 cm den büyük tencere vb. kaplar konulmamalıdır.

r) LPG tüpleri ve bunlarla birlikte kullanılan cihazlar, uyumak için kullanılan mahallerden yatmadan önce çıkarılmalıdır. Borusuz sobalar, kamping lamba ve sobalar yanar halde bırakılıp uyunmamalıdır.

Turfan Uygurları

Kırgız baskınından kaçan Uygur boylarının önemli bir kısmı Doğu Türkistan'a göçmüşlerdir. Burada Turfan ve Karaşar şehirlerinin civarında yerleşen Uygurlar, Türk medeniyet tarihi açısından büyük değer taşırlar. Daha Orhun Uygurları zamanında, tarım ve ticaret merkezleri olan Türkistan'ın bu büyük şehirleri, Uygurların etkisi altına girmişlerdi. Bu nedenle Uygur devletinin yıkılmasından sonra, Turfan dolaylarına kaçan Uygurlar için, bu bölge güvenilir bir yer olmuştur.848 yılından sonra, kendilerini toparlayıp, varlıklarını komşularına kabul ettiren Uygurlar, 856 yılında ise kağanlıklarını ilân etmişlerdir. Bu dönemde başlarında Mengli Kağan bulunuyordu. Mengli Kağan, Uluğ Tengride Kut Bulmış Alp Külük Bilge Kağan, (bugünkü Türkçe ile; Ulu Tanrı da güç ve saadet bulmuş, kahraman, çalışkan Bilge Kağan) ünvanını taşıyordu.

Kağanlık merkezi olarak Turfan şehrini seçtikleri için, kendilerine Turfan Uygurları denilmiştir. Ayrıca yazlık başkentleri olarak Beş-balıg şehrini kullandıkları için, kaynaklarda Beş-balıg Uygurları adı da kullanılıyordu.

Çin yönetimi, bu Uygur devletini Tibet tehlikesine karşı desteklemiştir. Uygurlar da Doğu Türkistan'da etkinliklerini artırmış olan Tibetlileri bu bölgeden çıkarmışlardır. Böylece batıdaki sınırlarını Urumçi şehrine kadar uzatmışlardır.

Turfan Uygurları Mani dinine inanıyorlardı . Bu dini, siyasi amaçları için de kullanan Uygurlar, dinlerini himaye bahanesiyle Çin üzerinde baskı kurmuşlardır.

Kültür ve medeniyet bakımından büyük gelişmeler gösterecek olan Uygurlar, 1335 yılına kadar devletlerini yaşatacaklardır. Gerek X. yüzyılda Çin'in kuzeyinde Hıtay devletinin kuruluşunda, gerekse Cengiz Han devletinin gelişmesinde, bu Uygurların, öncülük, bilgi ve tecrübelerinin çok büyük payı olmuştur. Uygurlara devlet teşkilâtında çok önemli görevler veren Moğollar, yazı olarak da Uygur yazısını kullanıyorlardı. Moğollar'ın XVI. yüzyıla gelindiğinde büyük oranda Türkleşmesinde Uygurlar, önemli rol oynamışlardır.

Turizm Bakanlığı

Turizm Bakanlığı, 25.11.1957 tarihinde kurulmuştur. Kuruluş amacı, yurdun turizme elverişli bütün olanaklarını ülke ekonomisine olumlu katkılar sağlayacak ve Türk toplumunun sağlıklı dinlenme gereksinimini karşılayacak şekilde değerlendirmek, turizmin geliştirilmesi, pazarlaması, teşvik ve desteklenmesi için önlemler almak, turizm konularıyla ilgili kamu, kurum ve kuruluşlarını yönlendirmek ve iş birliğinde bulunmaktır.

Bakanlığın görevleri şunlardır:

1- Turizmi milli ekonominin verimli bir sektörü hâline getirmek için yurdun turizme elverişli bütün imkânlarını değerlendirmek, geliştirmek ve pazarlamak,

2- Yerli ve yabancı yatırım potansiyelini yönlendirmek,

3- Turizm yatırımları ile ilgili taşınmazları temin etmek ve kamulaştırmak, etüt, proje ve inşaatını yapmak, yaptırmak,

4- Turizm konuları ile ilgili kurum ve kuruluşları yönlendirmek, teşvik etmek ve onlarla iş birliğinde bulunmak,

5- Türkiye'nin turistik varlıklarını her alanda tanıtıcı dokümantasyonu hazırlamak ve hazırlatmak, her türlü imkân ve araçlardan faydalanarak turizmle ilgili tanıtma hizmetlerini içeride ve dışarıda yürütmek,

6- Kanunlarla verilen diğer görevleri yapmaktır.

Turizm Bakanlığının üç ayda bir yayınlanan İpekyolu adlı bir dergisi ve aylık ve ücretsiz olan Turizm Bülteni vardır.

Türk Hava Kurumu

Türkiye'de sivil havacılığın geliştirilmesine yardımcı olmak ve desteklemek, yurt içi ve yurt dışı hava taşımacılığı yapmak amacıyla, 16 Şubat 1925 tarihinde kurulan kamuya yararlı dernek. Merkezi Ankara'da olan kurumun illerin büyük çoğunluğunda da şubeleri vardır.

Kurumun başlıca amacı Türk gençliğine havacılığın sivil ve askeri alanlardaki önemini anlatmak, askeri ve sivil havacılığa destek ve yardımcı olmaktır. Türk Kuşu Genel Müdürlüğü, THK'nin içinde yer alan bir kuruluştur. Başlıca görevleri uçuş, plânör uçuşu, paraşüt, balon ve model uçak eğitimleri yapmaktır. Kurum Uçan Türk adında aylık bir dergi yayımlamaktadır.

Türkiye Florası

Türkiye'nin topoğrafyasının ve ikliminin yer yer farklılık göstermesi, çevresinde denizlerin olması biyolojik çeşitliliği artırıcı bir etkendir. Türkiye'de yaklaşık 9000 bitki türü vardır. Bunların yaklaşık 3000'i endemik, yani yalnızca Türkiye coğrafyasına özgü bitki türleridir. Bu yüzden ülke, önemli bir gen merkezi olarak anılır. Buzul Çağında, kuzeyde yaşayan hayvanların soğuktan kaçarak Anadolu'ya yerleştiği düşünülmektedir.

Türkiye ayrıca, Asya, Avrupa ve Afrika'dan her yıl göç eden kuşların göç yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu da ülkedeki tür sayısını artırıcı bir etmendir.

Bitki türleri açısından da çok zengin bir ülke olan Türkiye'de bazı tarım bitkilerinin yabani türleri de doğal olarak yetişmektedir. Örneğin ülkemizde 30'un üstünde yabani buğday, yulaf, nohut, mercimek, kayısı, incir, vişne ve kabuklu yemiş türü bulunur.

Türkiye Fiziki Coğrafyasının Ana Çizgileri

Türkiye'nin fiziki coğrafya özelliklerini, başka bir ifade ile, yer yuvar üzerinde insanın yaşadığı bir mekan olarak doğal şartlarını ana çizgileri ile belirlemekte çoğu, yurdumuzun matematik ve özel coğrafi konumunun sonuçlarına indirgenebilen bir dizi etken başlıca rolü oynar. Bu fiziki ortam etken ve etkilerinin prehistorik çağlardan beri bütün tarih boyunca bu topraklar üzerinde yaşamış toplumların yerleşme alanlarını, beşeri ve iktisadi faaliyetlerini, kültürel gelişmelerini ve hatta, bir ölçüde de olsa, güttükleri siyaseti şekillendirerek veya yönlendirerek mekanın tüm coğrafi karakterini belirlemekte büyük payı olması ve aynı etken ve etkilerin, gelişen teknolojinin insanı doğanın belirlediği mutlak yaşam kalıplarından kurtarmış olduğu veya kurtarabilecek düzeye eriştiği günümüzde de, bir bölgeden ötekine değişen ölçüde devam etmekte bulunması, XIX. ve XX. yüzyılda bazı çevreci determinist coğrafyacılar ve sosyologlar tarafından "Ülkelerin alın yazısı" olarak nitelendirilen coğrafi konumun önemini açık bir şekilde ortaya koyar.

Türkiye toprakları yer yuvarın en büyük kara kütlesi olan Eski Dünyanın hemen hemen geometrik merkezinde, Eski Dünyayı oluşturan üç kıtanın birbirine en çok yaklaşarak adeta buluştukları bir alanda, batıdaki Atlas Okyanusu'ndan doğuya, bu büyük kara kütlesinin içerlerine doğru 3 000 kilometre boyunca sokulmuş bulunan Akdeniz'in, ikisi diğerlerine hidrolojik bakımdan zayıf ve yüzeysel olarak bağlı dört havzası (Karadeniz, Marmara, Ege ve Levant havzaları) arasında yer alır. Kabaca paraleller doğrultusunda uzanan ülke, doğudaki geleneksel olarak Asya'dan, batıdaki Avrupa'dan sayılan iki parçadan meydana gelir. Bu topraklar bir arada 779 452 km2 (izdüşüm alanı) bir yer kaplar. Bunun en büyük kısmı (755 688 km2, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık % 97'si), kapsadığı alan, adının anlamına uygun olarak (Anatoli-Doğu) zamanla doğuya doğru genişleyen ve günümüzde bütün Asya topraklarımızı ifade eden Anadolu'nun payına düşer (Bu gelişme için bak: Erinç, 1973; Tuncel, 1990). Kuzeyde ve güneyde yüksek kenar dağlarla çevrilmiş, kabaca dikdörtgen biçimli kütlevi bir kara parçası olarak Asya'nın gövdesinden Avrupa'ya doğru uzanan ve kuzeyindeki ve güneyindeki platformlar üzerinde gelişmiş, fiziki coğrafya ve kültür bakımından farklı iki alem arasında bir sürgü, aşılması güç bir engel gibi uzanan Anadolu'nun, kabaca Samsun ile İskenderun körfezi arasında çekilen bir çizginin batısında kalan kısmı, M.S.V. yüzyıldan (Erinç, 1973), hatta bazılarına göre (Georgacas, 1971) belki daha eski bir tarihten beri, Asya'nın geri kalan büyük kısmından (Asia major) farklı, ileri bir kültür alanı olması nedeni ile Küçük Asya (Asia minor) olarak adlandırılmıştır. Antik çağda Trakya adı verilen daha geniş bir bölgenin doğu kesimini oluşturan Avrupa topraklarımız, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık % 3 kadarına eşit daha küçük bir yer kaplar (23 764 km2), Balkan yarımadasından doğuya, Anadolu'ya doğru bir huni gibi daralarak en çok sokulan ve eskiden daha ziyade Paşeli ve Rumeli (=roma ili) adları ile anılan bu kabaca üçgen biçimli, belirgin bir kıstastan yoksun yarımadaya son yarım yüzyıldan bu yana genellikle Trakya denir.

Hem bir Asya, hem bir Avrupa ülkesi olarak Türkiye toprakları bir bütün olarak, Sovyetler Birliği ve İran dışında bütün Asya konularından ve Sovyetler Birliği dışında Avrupa ülkelerinin her birinden daha geniş yer kaplar. Bu alansal genişlik ve doğu-batı sınırları arasında 1 600 kilometreyi aşan, kuzey-güney doğrultusunda 475-650 kilometre arasında değişen büyük mesafeler, konum, reliyef ve iklim özelliklerinin etkileri ile birlikte, ülke sınırları içinde farklı coğrafi bölgelerin meydana gelmiş olmasına yol açan başlıca sebeplerden biridir

Biçim bakımından Türkiye toprakları, birçok müellifin de belirttiği gibi, paraleller doğrultusunda uzanan bir dikdörtgene benzer. Bu dikdörtgen kabaca 42° (Sinop'ta İnceburun 42° 06') ve 36° (Hatay'da Beysun köyü civarı 35° 51') kuzey paralelleri ile sınırlanır. Bu konumuna göre Türkiye, termik bakımdan orta kuşağın daha sıcak olan güney yarısında, yer yuvar üzerinde birçok kurak ve yarıkurak ülkelerin sıralandığı subtropikal bölgededir. Fakat Doğu Akdeniz havzaları arasındaki konumu ve yüksek engebeleri sayesinde, kurak subtropikal alanlardan çok daha bol yağış alarak ayrılır. Ülkenin en batı (Gökçe adada Avlaka burnu 25° 40' E) ve en doğu (Küçük Ağrı'nın doğusu 44° 48') arasında yaklaşık 19 derecelik bir boylam farkı vardır. Doğu ve batı sınırları arasındaki mesafe, Türkiye'yi ortalayan 39° paraleli boyunca 1650 kilometreyi bulur. Ülkenin doğu ve batı bölgeleri arasındaki bağıntıyı ve kaynaşmayı yüzyıllar boyunca güçleştirmiş ve geciktirmiş olan bu uzun mesafe, aynı zamanda Türkiye'nin doğu ve batı sınırlan arasında 76 dakikalık yerel saat farkına da yol açar.

Türkiye topraklarının makro-jeomorfolojik ölçekte ilk bakışta göze çarpan en belirgin özelliği, Alp sistemi adı verilen kuşak üzerinde, ana çizgiler ile bir kubbeleşme alanına benzetilebilecek bir kabartı, bir yüksek alan oluşturmasıdır. Ortalama yükseltisi 1 000 metreyi aşan (Tanoğlu, 1947; Bilgin, 1957), doğu kesiminde 2 000 met-reyi bulan bu kabartı üzerinde, kuzeyde ve güneyde yer yer 3 000 metreyi aşan kenar dağlar ve ülkenin doğusunu da adeta bir demet oluşturacak şekilde birbirine yaklaşarak sıkışmış, genelde doğu-batı doğrultusunda uzanan görkemli dağ sıraları yer alır. Yerkabuğunun yükseldiği bu alan kuzeyde Karadeniz çukuru (ortalama derinliği 1 270 m), güneyde, Levant denizi çanağı (ortalama derinliği 1790 m) ve güneydoğuda 500-600 m yükseklikteki düzlüklerle sınırlanmıştır. Buna göre Türkiye toprakları ile bu çukur alanlar arasında ortalama 3 000 metreyi aşan, dağların yükseltileri dikkate alınırsa 5 000 metreyi geçen bir seviye farkı vardır. Bu, doğrudan ve dolaylı birçok önemli sonuçları olan bir özelliktir.

ürkiye topraklarının gerek makro, gerekse meso ölçekteki jeomorfolojisi, güneyde Gondwana'nın bir parçası olan Afrika-Arabistan, kuzeyde ise Laurasia'nm bir bölümünü oluşturan Doğu Avrupa eski platformları veya levhaları arasında, Alp sisteminin beşiği olan kuşaktaki konumunun ve Menderes masifinin çekirdeğinde radyometrik yöntemlerle sağlanan yaş tayinlerine göre, 500 milyon yıl kadar süren çok uzun bir evrimin, özellikle bu evrimin kabaca orta Miyosen'den bu yana yaklaşık 12 milyon yıllık son safhasındaki süreçlerin eseridir. Bu evrimde, kuzeye doğru yer değiştiren Afrika-Arabistan plakasının yol açtığı kompresyonal kuvvetlerin başlıca etken olduğu ve bu basınçlarla giderek daralan okyanusal karakterde bir jeosenklinalin (Tetis jeosenklinali) tabanındaki sedimentlerin zaman zaman şiddetlenen kompresyona bağlı olarak muhtelif safhalarda, genellikle ada yaylan biçiminde uzanan ve Türkiye topraklarının jeolojik iskeletini teşkil eden orografik birimlerin meydana geldiği hususunda yer bilimciler aynı görüşü paylaşırlar. Fakat evrimin mekanizması, tektonik birimlerin oluşum tarzı ile sırası ve jeolojik verilerin değerlendirilmesi gibi bakımlardan klasik ve yeni yorumlar arasında önemliayrılıklar vardır. Temelde, Kober'in orogen yapısı şemasını hatırlatan klasik görüşün son şekline göre (Ketin, 1966 ve 1983) Türkiye'de Pontid'ler, Anatolid'ler, Torid'ler ve kenar kıvrımları olmak üzere dört jeolojik-tektonik birim ayırt edilir. Bunlardan Anadolu'nun kuzeyini ve Marmara havzasını kapsayan alanda bulunan Pontid'ler, Türkiye'nin Kaledonya ve Hersinya orojenezlerine katılmış en eski, en yaşlı dağlarıdır. Bu eski masifler Mezozoyik başlarında Tetis jeosenklinali içinde yer yer adalar halinde yükseliyor, Anadolu'nun diğer bölgeleri ise sular altında bulunuyordu. İkinci birimi oluşturan ve İç Anadolu'da yer alan Anatolid'ler esas itibariyle Kretase sonlarında kıvrımlanmış, buradaki kristalin kütlelerin intrüzyonu Tersiyer başlarında tamamlanmış ve bu iç bölge Eosen'den sonra bir ara bölge rolü oynayarak Torosların uzanışlarını belirlemekte etkili olmuştur. Anatolid'lerden daha genç olan Torid'ler Oligosen sonlarında gelişmiş, Türkiye'nin en genç kıvrımlı dağları olan kenar kıvrımlarının oluşması ise Miyosen sonu ile Pliosen başlarında tamamlamıştır. Klasik görüşün bu yorumuna göre Türkiye'de orojenik süreçler zaman içinde kuzeyden güneye doğru yavaş yavaş ilerlemiştir.

Konuyu levha tektoniği çerçevesinde ele alan ve özellikle eski dalma-batma zonlarını belirleyen kenet kuşaklarının uzanışına ve litotektonik fasiyeslerin paleocoğrafi yorumuna dayanan yeni araştırmacıların çizdikleri tablo birçok hususlarda daha farklı, Tetis jeosenklinalinin evrimi daha karmaşıktır (Şengör ve Yılmaz, 1981; Şengör 1985). Onlara göre Türkiye'de Pan-Afrikan, Hersinyen ve Tetisid adını verdikleri üç büyük orojenik sistem vardır. Afrika-Arabistan platformunun temelini oluşturan Pan-Afrikan orojeninin muhtemel bir uzantısı saydıkları Pan-Afrika orojenik sistemi (yaşı 450-750 milyon yıl), ülkenin esas itibariyle güney kesimindeki masifleri kapsar (Menderes masifinin çekirdeği, Bitlis masifi, Derik dolayı), Hersinya orojenezi ile oluşan bu sistemin (yaşı 320-450 milyon yıl) esas yayılış alanı kuzeybatı Anadolu'dur, Tetis jeosenklinali içinde oluşmuş orojenik yapıları kapsayan Tetisid'ler ise, Kimmerid'ler ve Alpid'ler olmak üzere iki alt orojenik sisteme ayrılırlar, Bunlardan, daha yaşlı (125-315 milyon yıl) olanı Kimmerid'lerdir. Kimmerid'ler, Tetis jeosenklinalinin Paleo-tetis adı verilen daha eski bir safhasında çökelen sedimentlerin, bu okyanusal karakterli jeosenklinalin kapanması sonucunda meydana gelmişler ve karbonifer'den Orta Jura'ya kadar süren bu hareketler özellikle ülkenin kuzeyve kuzeybatı kesimlerini etkilemiştir. Alpid'ler ise güneydeki Gondwana parçaları (Afrika-Arabistan levhaları) ile kuzeyde, Pelo-Tetis'in kapanması sırasında oluşan Kimmeria levhası (ya da kıtası) arasına daha geç bir evrede, güneydoğudan sokulma suretiyle açılan daha yeni ve bu nedenle Neo-Tetis olarak adlandırılan bir okyanusal jeosenklinalin, Kırşehir masifini kuşatan kollarında (Karakaya ve İç Toros okyanusları) çökelen malzemenin, zamanla bu jeosenklinalin de kapanması sonucunda meydana gelmişlerdir. Trias'tan günümüze kadar süren bu dönemdeki deformasyonlar Türkiye topraklarının hemen bütününü etkilemiştir. Böylece, Türkiye'nin tektonik yapısı bu yeni görüşlere göre, adı geçen muhtelif orojenik süreçlerin zaman ve mekända birbiri üzerine taşan süperpozisyonundan oluşan çok karmaşık bir nitelik kazanmıştır.

Uzak jeolojik geçmiş ile ilgili retrotektonik yorumlamalar arasındaki ayrılıklara mukabil, ülkenin bugünkü genel jeomorfolojik-orografik görünümünün, yüz milyonlarca yıllık bu uzun evrimin, kabaca orta Miyosen'den sonra başlayarak günümüze kadar süren ve deformasyonların esas itibariyle kratonik nitelikte meydana geldiği, bu nedenle de düşey ve yatay atımlı faylanmalar ve blok hareketleri ile temayüz eden son safhasının, yani neo-tektonik safhanın eseri olduğun hususunda genel bir görüş birliği vardır (Hütteroth, 1982, Şaroğlu ve Yılmaz 1987; Erinç, 1988). Hemen bütün araştırmacıların çizdikleri ortak tabloya göre bu safhanın başlarında, eski masifler, Mezozoyik ve eski Tersiyer'de oluşmuş muhtelif orojenik yapılar aşınma ile geniş ölçüde tahrip edilmişbulunuyor ve geniş alanlarda deniz seviyesine yakın aşınım düzlükleri ve hafif dalgalı, basık bir reliyef uzanıyordu. Orta Miyosen'i izleyen dönemde, büyük ölçüde artan kompresyonal kuvvetlerin etkisi ile meydana gelen kabuk deformasyonları sonucunda bu olgun reliyef yer yer kırılarak veya kubbeleşme biçiminde yükselerek yeniden canlı bir aşınım alanı haline gelmiş, yükselen kesimler arasında oluşan çukurlar ve havzalar, aşınan malzemenin çökeldiği birikim alanlarına dönüşmüş, bu sırada kırıklar veya fisürler boyunca büyük miktarda magmatik malzeme yeryüzüne çıkmış veya Miyosen ve Pliyosen çökelleri arasına yayılmıştır. Bu aşınım ve birikim süreçleri birçok alanda Pliyosen sonlarına kadar sürmüş ve bu dönemde bir yandan da havzaların kenarından geriye doğru ilerleyen aşınım dalgaları, Pre-miyosen basık reliyefin ve aşınım yüzeylerinin zararına gelişen üst Miyosen ve Pliyosen yaşta, fakat bazıları tamamlanamamış yeni yüzeylerin oluşumuna yol açmıştır, Bu dönemi, üst Pliyosen ve Pleistosende gene faylanmalarla birlikte meydana gelen epirojenik karakterli genel bir yükselme veya yükselmeler safhası izlemiştir. Bu safhada alçalarak torbalaşan Karadeniz ve Levant denizi havzalarında binlerce metre kalınlıkta üst Pliyosen ve Pleistosen depolan çökelirken, Türkiye'nin bulunduğu alan genelde kubbeleşerek bugünkü yükseltisine erişmiş ve tekrar canlı bir aşınım alanı haline dönüşmüştür. Bunun sonucunda bir yandan vadiler derinleşerek havzalar boşaltılır ve taraçalar oluşurken, bir yandan da eskiden Miyosen ve Pliyosen depolarının örttüğü bazı yerlerde, bu depoların süpürülmesi sonucunda fosil Pre-Miyosen reliyef, geniş alanlarda tekrar gün yüzüne çıkmıştır.

Bu olaylar Türkiye'nin bulundu alanda yerkabuğunun jeofizik, jeolojik ve jeomorfolojik birçok özelliklerini belirlemekte başlıca rolü oynamıştır. Plakalar arasında sıkışan sedimentlerin oluşturduğu orojenik yapılar, granitik kabuğun bütün Türkiye'de, fakat özellikle sıkışmanın daha kuvvetli olduğu Doğu Anadolu'da çok kalınlaşmasına (yaklaşık 45-50 km), bu suretle felsik malzemeden oluşan orografik yapı köklerinin aşağıya, astenosfere doğru sokulmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda bütün Türkiye izostatik dengeden uzaklaşmış, batı kesimlerinde 50, Doğu Anadolu'da 150 miligali bulan negatif Bouguer anomalisi alanı haline dönüşmüş, buna mukabil Karadeniz ve Levant havzalarının tabanında granitik kabuk incelenerek parçalanmış, okyanusal kabul satha çıkmış veya çok incelmiş ve buraları pozitif Bouguer anomalisi alanına dönüşmüştür.

Kompresyonal kuvvetler, neotektonik safhada artık rijidleşmiş bulunan yerkabuğunun yer yer kırılmasına, bloklarm birbirine göre yatay doğrultuda önemli ölçüde yer değiştirdiği transform faylara (Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu fayları), oluk biçimli rift vadilerinin oluşumuna, kenarlarında faylarla sınırlanmış, bazı araştırmacılara göre küçük yerkabuğu parçalarının faylar arasında kayması (pul-apart mekanizması) ile meydana gelmiş havzaların ve ovaların oluşumuna yol açmıştır (Şengör et al. 1985). Bu arada İç Anadolu plakasının Kuzey ve Doğu Anadolu transform fayları arasında sıkışması, batı kesiminde güney-batıya doğru dönerek genişlemesine, bunun sonucunda da Ege bölgesinde grabenleşmeye ve Ege denizi tabanında yerkabuğunun incelerek parçalanmasına yol açmıştır.

Türkiye'de çok yaygın olan volkanik reliyef şekilleri de bu tektonik süreçlerle ilgilidir (Erinç, 1970 a; Sür, 1972; Ketin, 1983; Yılmaz, 1985; Şaroğlu ve Yılmaz, 1987). Genç volkanik yapıların genellikle yaylar halinde uzanan orojenik birimlerin gerisinde, adeta ada yayları volkanlarını hatırlatan çizgisel bir diziliş göstermesi (İç Anadolu'da Karadağ-Erciyes, Doğu Anadolu'da Nemrut-Ağrı volkan dizileri), rift hatları, faylar veya graben sistemleri yanında yer alışları (Kuzey Anadolu fayının Erzincan-Erbaa-Niksar kesimi; Yunt dağı ve Kula yöreleri) bunların oluşum mekanizması hakkında fikir vermek bakımından anlamlı mekan ilişkileridir, Doğu Anadolu'da geniş alanlar kaplayan ve çoğunlukla bazaltlardan meydana gelen volkanik örtülerin ise, faylanmalar dışında ayrıca, bu bölgede yerkabuğunun sıkışmalar sonunda kalınlaşması ve orografik yapıların astenosfere sokulan kök kısımlarının magmada, post-orojenik safhada yol açtığı fiziko-şimik süreçlerle (sorguç etkisi) ilgili olduğu düşünülebilir.

Neotektonik safhada meydana gelen bu büyük ölçüdeki deformasyonlar, bu kesiminde yerkabuğunun isoztatik dengeden uzak olması ve hala daha devam eden kompresyonal kuvvetler Türkiye'nin aktif bir deprem alanı olmasının da başhca nedenidir (Ergin, 1966; Sipahioğlu, 1984). Deprem episantralarının diziliş düzeni ile transform faylar; rift hatları ve graben sistemleri arasındaki sıkı mekan bağıntısı ve depremlerin genellikle sığ depremler niteliği göstermesi, ülkemizin bulunduğu kesimin de yerkabuğunun henüz dengelenmemiş bloklardan oluştuğunu kanıtlar.

Aynı safhada meydana gelen düşey ve yatay hareketler drenaj şebekesim de etkilemiştir. Kuzeyde ve güneyde denizlerle kaplı çukur torbalaşma alanları arasında bir kubbe ya da kemer gibi yükselen Anadolu'da faylanmalar ve değişen eğim şartlan sonucunda eski drenaj kanalları birçok yerde terkedilmiş ve merkezden çevredeki çukur alanlara (Karadeniz, Ege, Levant havzası, Hazar ve Mezopotamya) yönelen akarsulardan oluşan, ana çizgileri ile ışınsal karakter gösteren bir drenaj tablosu ortaya çıkmış, özellikle Doğu Anadolu bu suretle çevredeki ülkelerin su deposu haline gelmiş, kubbeleşme alanının daha az yükselen veya muhtemelen parçalanarak nisbi olarak alçalan merkezi çatı kısmının yerinde de büyük bir kapalı havza meydana gelmiştir (İç Anadolu kapah havzası). Kurulu ve/veya yeni kurulan şebekenin, özellikle kenar dağlar üzerindeki kesimleri aralıklarla devam eden yükselmeler sırasında yer yer antesedant, yer yerde sürempoze olarak temele gömülmüş, bazı akarsular ise, Kuzey Anadolu fay zonu boyunca olduğu gibi ötelenmelere uğramış (Erinç et al. 1961 a) veya rift vadilerine uymuştur. Taban düzeyi ile aradaki seviye farkının artması çevredeki akarsuların daha hızla aşındırmasına ve gerilere doğru sokulmasına yol açmış ve bunun sonucunda meydana gelen bazı kapmalarla drenaj ana çizgileri ile bugünkü görünümünü kazanmıştır.

Türkiye'nin temelde matematik konumuna bağlı olan iklim şartları ülkenin ve bölgelerinin özel konumu ve reliyefi tarafından büyük ölçüde tadil edilmiş ve çeşitlenmiştir. Bütünü ile Türkiye, bu enlemlerde kıtaların batı kıyılarını karakterize eden Akdeniz makroklimasının genel ve hakim etkisi altındadır. Güneyinde Eski Dünya karalarının çöl kuşağı, kuzeyinde ise Doğu Avrupa'nın yarıkurak stepleri yayılır. Türkiye'nin Eski Dünya Karaları ortasında ve bu iki kurak iklim alanı arasında yer almasına rağmen, daha farklı ve daha yağışlı bir ülke olarak ayrılmasının başlıca sebebi, Akdeniz'in uzantısı olan ve Akdeniz iklim etkilerinin doğuya doğru sokulmasına imkan veren denizlerle çevrilmiş bulunması ve yüksek reliyefidir. Böyle olmasaydı bütün Türkiye'nin, aynı enlemlerdeki bazı ülkeler gibi yarı-çöller ve steplerle kaplı bir kurak iklim alanı olması gerekirdi.

Türkiye'nin iklim özellikleri muhtelif araştırmacılar tarafından ayrıntılı biçimde tahlil ve tasvir edilmiş, ayrıca bu özelliklerin çağdaş jenetik-dinamik klimatoloji açısından oluşum mekanizması da açıklanmıştır (geniş bibliyografya için bak : Erinç 1984). Ülkenin iklim şartları temelde genel atmosfer sirkülasyonu, hava kütleleri, küresel kutbu cepheye göre konumu ve hava kütlelerinin mevsimlik yer değiştirmeleri gibi, Akdeniz makroklimasının oluşumunu da belirleyen genel planetar etkenlere bağlıdır. Ülke kışın, kutbi denizsel hava kütleleri ile tropikal hava kütleleri arasındaki kutbi cephe boyunca gelişen atmosfer süreçlerinin, özellikle batıdan gezici depresyonlar halinde belli yollan izleyerek sokulan nemli hava kütlelerinin etkisinde kalır ve bu olaylara bağlı olarak bol frontal yağışlar alır. Gene aynı mevsimde zaman zaman kutbi karasal hava kütlelerinin adveksiyonunu da uğrar. Bunun sonucunda kış, yağışlı ve nispeten ılık dönemlerle, soğuk ve karlı dönemlerin münavebe ettiği bir mevsim özelliğini gösterir. Buna mukabil yaz, Türkiye'nin bulunduğu enlemlerde genellikle bir frontoliz dönemidir. Bu mevsimde Asor antisiklonu olarak adlandırılan yüksek basınç sistemi kuzeye doğru kaymış, nemli ve ılık kutbi denizsel hava kütlesi ve kutbi cephe kuzeye çekilmiş, ekvatoral alçak basınç kuşağı kuzeye doğru ilerlemiş ve çatallanan intertropikal konverjansin (ITC) bir kolu ülkenin güneydoğusunda Basra körfezine doğru sokulmuştur. Bu durumda Türkiye üzerinde, kuzeybatıdaki Asor antisiklonundan, güneydoğudaki ITC'ye doğru ortaya çıkan büyük basınç gradyanının izleyen ve bazı araştırmacıların muson rüzgärları mekanizmasına benzettikleri genel bir hava akımı hakimdir. Bu frontolitik durum, ülkemizde yaz aylarını karakterize eden genel yağış azlığının veya yaz kuraklığının temel nedenidir.

Fakat bölgelerin coğrafi özellikleri bu genel tabloda bazı önemli değişikliklere yol açar ve Akdeniz makrokliması çerçevesi içinde bölgesel iklim tiplerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu coğrafi faktörlerin başlıcaları, bölgelerin denizlere göre konumu, orografi, bakı ve kontinentalite derecesidir. Örneğin kışın ülkenin muhtelif bölgeleri arasında büyük ölçüde artan sıcaklık farkları, buna mukabil yazın bu farkların çok azalması, günlük ve yıllık termik rejim bakımından görülen bölgesel ayrılıklar, ormanın, tarım alanlarının ve daimi kar sınırının iç kısımlara ve doğuya doğru yükselmesi, bölgelere göre değişen kontinentalite derecesi ile yakından aläkalıdır. Orografi ise, genel yağış dağılışını belirleyen başlıca faktörlerden biridir. Bu nedenledir ki Türkiye'nin orografi ve yağış dağılışı haritaları arasında büyük bir benzerlik görülür. Kenar dağların denize bakan yamaçları genelde çok daha fazla yağış alır. Bu yağışlar, elverişli bakı şartlarının gerçekleştiği alanlarda, özellikle Doğu Karadeniz kıyılarında sık sık gerçekleşen stasyoner oklüzyon cepheleri sayesinde yılda 2 000 milimetreyi geçer; elverişli bakı şartlan altında orografik yağışlar yazın da görülür. Böylece yurdun bu köşesinde, coğrafi faktörlere bağlı olarak, kışları ılık, yazları da nemli çok farklı bir iklim tipi (Köppen'in mısır iklimi) ortaya çıkar. Buna karşılık, dağlarla kuşatılmış İç Anadolu ile, deniz etkilerinden uzak Güneydoğu Anadolu düzlüklerinde Akdeniz ikliminin yarıkurak stepik tipi, kontinentalinin çok şiddetli ve yükseltinin fazla olduğu Doğu Anadolu'nun kuzey yarısında ise orta kuşağın karasal iklimini andıran bir iklim tipi ile karşılaşılır. Tipik özellikleri ile Akdeniz iklimi ise ülkenin güney ve batı kıyı kesimlerinde hüküm sürer.

Uzun süreler boyunca Türkiye genelinde ortalama sıcaklık şartlan ancak bir iki dereceyi geçmeyen dar sınırları içinde oynamıştır. Buna karşılık Türkiye'de iklimin başlıca özelliklerinden biri, önemli ölçülere varan yağış oynaklığı ve zaman zaman meydana gelen şiddetli kuraklıklardır. Birçok bakımdan önemli sonuçları olan bu iklim arızaları, yağış rasadlarının bulunduğu süre boyunca istatistik metodları ile incelenmiş ve muhtelif şiddetteki kuraklıkların mutemel frekansları saptanmıştır (Tümertekin ve Cöntürk, 1956; Erinç ve Bener, 1961; Erinç, 1952). Yeryuvarın radyasyon bilançosu ve ona bağlı olarak genel atmosfer sirkülasyonu ve basınç dağılışındaki değişikliklerin sonucunda meydana gelen bu kurak dönemlerde Türkiye adeta güneyindeki çöl şartlarının istilasına uğrar. 1916 ve 1928 yıllarındaki kuraklıkların olumsuz etkileri yaşlıların hala hatırındadır ve bazı araştırmacılar tarafından da tasvir edilmiştir. Tarihi kayıtlar, dendroklimatolojik incelemeler ve buzulların durumu ile ilgili bazı araştırmalar ortalama iklim şartlarındaki bu sapmaların çok daha eski dönemlerde de meydana geldiğini göstermektedir. Türkiye topraklarının Pleistosende daha büyük ölçüdeki iklim değişikliklerine uğradığı, süresi 2-2.5 yıl kadar olan bu devir boyunca göl seviyelerinin yükseldiği, bugün ancak izleri görülen yeni göllerin oluştuğu ve yüksek dağlarımız üzerinde bazılarının uzunluğu 15 kilometreyi bulan buzulların meydana geldiği soğuk ve nemli devrelerle, kurak ve sıcak devrelerin birkaç kez münavebe ettiği, son deglasiyasyona paralel olarak yükselen deniz seviyesinin bugünkü kıyı çizgisine zamanımızdan ancak 7 000 yıl kadar önce, prehistorik insanların gözü önünde eriştiği ve günümüzdeki ortalama iklim şartlarının da 3 000-4 000 yıl karar önce teessüs ettiği jemorfolojik ve paleoklimatolojik araştırmalarla ortaya konmuş bulunmaktadır (Erinç, 1952 ve 1970 b; Brice, 1978; Louis 1938 ve 1944).

İklimin, Türkiye'nin fiziki coğrafya özelliklerini belirlemekteki doğrudan ve dolaylı etkileri çok geniş kapsamlıdır. Yatay ve düşey doğrultudaki iklim farklılaşmaları yüzey şekillerinin nitelik ve şiddet bakımından farklı etken ve süreçlerle işlenerek şekillendirdiği morfojenetik veya morfoklimatik bölgelerin oluşmasına yol açmıştır (Kurter 1979). Genelde, 3 500 metreden daha yüksek alanlar glasiyal, ormanın üst sınırı ile daimi kar sınırı arasındaki kuşak periglasiyal, nemli kenar bölgeler fluviyal, ülkenin en kurak kesimleri ise akarsularla birlikte kurak ve yarıkurak bölgeleri karakterize eden etken ve süreçlerin (deflasyon, korrozyon, pedimentasyon) rol oynadığı başlıca morfojenetik bölgelerdir. Gene litoloji ile de ilgili olarak iklim, ülkenin kuzeyinde kütle hareketlerinin (özellikle heyelänlar), güneyinde ise karstlaşmanın hakim olduğu birer kuşağın meydana gelmesine yol açmıştır.

Azonal ve intrazonaller bir yana bırakılırsa, klimatik ya da zonal toprak türleri ve başlıca doğal vejetasyon formasyonları da genelde iklim şartlarına uyan bir yayılış düzeni gösterirler. Ülkenin kuzey ve güney kıyı bölgeleri boyunca kuvvetle yıkanarak podsollaşmaya uğramış, bazı yörelerde lateritik özellikler de gösteren topraklardan oluşan bir şerit uzanır (Oakes, 1956; Erinç, 1965). Daha az yağışlı ve kışlan daha soğuk iç kesimlere doğru hafifçe podsollaşmış, orta derecede asit kahverengi orman topraklarına geçilir. Daha içerlerde ise, artan kuraklık nedeni ile kalsifikasyon pedojenezde ön plana geçer. Bunun sonucunda, İç Anadolu'nun en az yağışlı orta kesimindeki serozyom alanını kabaca konsantrik kuşaklar halinde kuşakta ve merkeze yaklaştıkça giderek daha yüksek alkalinite gösteren pedokaller (kahverengi ve kızıl kahverengi yarı-kurak bölge topraklan) yer alır.

Doğal vejetasyon formasyonlarının genel yayılış düzeni, fizyolojik-ekolojik özellikleri ve floristik bileşimler de ana çizgileri ile iklime, özellikle yağış ve sıcaklık şartlarına bağlıdır (Louis, 1939; İnandık, 1965; Atalay, 1986). Karadeniz kıyıları boyunca nemcil türlerden oluşan gür ormanlar, onların güneyinde şiddetli kış soğuklarına dayanıklı kuru ormanlar, Akdeniz ve Ege kıyılarında ise Akdeniz ikliminin uzun yaz kuraklığına uymuş karakteristik formasyonları genişliği yer yer değişen birer şerit halinde uzanırlar. Artan kuraklığa bağlı olarak iç kesimlere doğru ve Güneydoğu Anadolu'da doğal orman alanlarından önce ağaçlı steplere ve daha sonra da steplere geçilir. Ormanın üst sınırı da, tıpkı daimi kar sınırı gibi, kontinentalitenin etkisi altında kenar bölgelerden (2 000-2 200 m) içerlere ve doğaya doğru yükselir ve Doğu Anadolu'da 2 800 metreye kadar çıkar.

Ana hatları ile özetlenen bu fiziki coğrafya şartları, bugün yurdumuzu oluşturan topraklarda yerleşmiş bütün toplumları, yukarda da belirtildiği gibi, derin şekilde ve çok yönlü olarak etkilemiştir. Fiziki coğrafyanın temel amacı, yeryüzündeki mekanları insanın yaşadığı doğal ortamlar olma açısından ele alarak tanımlamak ve insanla fiziki ortam arasındaki karşılıklı ilişkileri ortaya koymaktır. Hatta denilebilir ki fiziki coğrafyanın bir bilim dalı olarak varlığının gerekçesi de esas itibari ile bu yaklaşım tarzına dayanır.

Türkiye toprakları, bugün olduğu gibi bütün tarih boyunca, kuzeyi ve güneyi, doğusu ve batısındaki farklı kültür alemlerinin karşılaştığı, bunlar arasında temasın sağlandığı, birleştirici, kaynaştırıcı bir geçiş alanı, bir pota rolü oynamıştır. Dünyanın belki başka hiç bir ülkesine bu ölçüde nasip olmayan bu seçkin rol, her şeyden önce coğrafi konumun bir sonucudur. Bu rol, ülke reliyefinin doğal ulaşım ve ticaret yollarının bütün tarih boyunca (Hitit imparatorluğu yolları, Pers kıral yolu, Roma yollan, ipek yolu, Selçuklu ve Osmanlı yolları) güzergahlarını belirleyen genel uzantısı nedeni ile daha çok doğu ve batı doğrultusunda etkili olmuş, doğu ve batı kültürleri burada karşılaşmış, doğu ve batı älemlerini niteleyen terimler (Asya ve Avrupa) burada doğmuştur. Türkiye'nin çoğu kez Asya ve Avrupa arasındaki köprü olarak tanımlanmasının sebebi budur. Buna karşılık ülke konumu, biçimi ve arızalı reliyefi nedeni ile kuzeyindeki ve güneyindeki farklı kültür alemlerinin temasını güçleştiren, meridyonal doğrultuda yayılmalarını engelleyen bir set rolü oynamıştır. Bu alemler arasındaki temas ancak ülkenin kuzeybatısında, setin alçaldığı alandaki Boğazlar ve Marmara üzerinden sağlanmış ve sınırlı ölçüde kalmıştır, İlk Çağda Karadenize sokulan maceraperest Yunanlı gemiciler, Karadeniz'in kuzey kıyılarından tahıl, post ve esir yükleyen Roma gemileri, Orta Çağın beli kılıçlı Venedik ve Ceneviz tacirleri hep bu yolu izleyerek kuzeye sokulabilmişlerdin, Bu yolun en önemli kesimi kuşkusuz. batıdan ve doğudan gelen yolların, Karadeniz'e açılan deniz yolu ile kesiştiği İstanbul Boğazı'dır. Boğazın girişinde kurulan İstanbul bu müstesna konumu sayesinde daha Roma ve Bizans devirlerinde dünyanın dört bucağından gelen malların satışa sunulduğu, işlendiği ve ihraç edildiği büyük bir ticaret, sanayi, kültür ve siyaset merkezi olmuştu, İstanbul Boğazının, Karadeniz aleminin Akdeniz alemine açıldığı yegane kapı olması, bir yandan ona sahip olan devletin gücünü ve önemini artırırken, bir yandan da tarih boyunca bu kapıya sahip olmak ihtirasını körüklemiştir.

Türkiye'nin reliyef özelliklerinin etkileri aslında çok daha çeşitlidir. Bu etkiler bu topraklar üzerinde yerleşmiş toplumların yaşamı, politik ve sosyal özellikleri ve kültürel gelişmelerinde de kendini gösterir. Örneğin kuzey ve güney kıyı bölgelerinin iç kesimlerden, iç kesimlerin ve kıyı bölgelerinin de birbirinden aşılması güç topografik engellerle ayrılmış bulunması, bunlardan her birinin yüzyıllar boyunca ayrı bölmeler halinde kalması daha antik çağda farklı isimlerle adlandırılan ve kültür bakımından da farklılık gösteren tarihi coğrafya bölgelerinin (Pontus, Likya, Karya, Kapadokya, Pamfilya, Kilikya, Paflogonya, Lidya, Frikya) oluşmasına yol açmıştır. Genel olarak eğimlerin kuvvetli olması ve arazinin çoğu yerde derin vadilerle yarılmış bulunmasının da önemli sonuçları vardır. Araştırmaların ortaya koyduğuna göre (Tunçdilek, 1969) eğim bakımından tarıma elverişli sayılan topraklar ülke yüzölçümünün ancak 1/5 kadarını oluşturur. Aynı sebeple geniş alanlar kuvvetli bir toprak erozyonuna maruzdur ve aşınan toprakların birikmesi sonucunda kıyı çizgisinde önemli değişiklikler olmuş, bazı antik çağ limanları (örneğin Efes ve Milet) ve nehir limanları (Tarsus), liman olmak fonksiyonlarını kaybetmiş, bazı körfezler kapanmış (antik Latmos körfezi, bugünkü Bafa gölü), bazı adalar karanın içerlerinde kalmıştır (Brice, 1978). Kırsal ve kentsel yerleşmelerin dağılışı düzeni de, tıpkı yol güzergähları gibi, bütün tarih boyuncu ülkenin reliyef şartlarına bağlı kalmıştır.

Fiziki ortam şartları beşeri landşaftı daha birçok yollardan etkiler, Tarım ürünlerinin coğrafi dağılışı ve verimliliği, daha yüksek sıcaklık isteyen ticari ürünlerin yetiştirildiği kenar bölgeler ile, tahılın ve şiddetli kışa dayanıklı diğer ürünlerin yetiştirildiği ve hayvancılığın yer yer tarımdan daha önemli olduğu karasal iç kesimler arasındaki farklılaşma temelde bölgesel iklim aynlıklarından ileri gelir. Ülkenin birçok bölgelerinde duyulan sulama ihtiyacı şiddetli yaz kuraklığının, Doğu Anadolu'da antik çağdan beri yarı yarıya toprağa gömülü olarak yapılan evler şiddetli kış soğuklarının, geniş alanlarda yüzyıllardan beri uygulanan transhümans ve Doğu Anadolu'da hala daha yaygın olan göçebelik, bazı müelliflerin iddia ettikleri gibi etnik kaynaklı bir yaşam tarzı değil, fakat yükselti farklarına bağlı olarak iklim ve vejetasyonda meydana gelen mevsimlik değişikliklere uyumun sonucudur.

Fiziki ortamın beşeri landşaft üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri aslında yukarıda sayılanlardan çok daha fazladır. Bu etkiler, teknolojinin yüksek bir düzeye eriştiği günümüzde de, Türkiye'de bölgesel ve yöresel coğrafi görünümler arasındaki farkların temelinde yatan ve bir kısım izleri maziden miras kalan esas faktör olarak hala daha büyük rol oynamaktadır.

Türkiye Radyo Ve Televizyon Kurumu

Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), 1963 yılında kuruldu. 1983 tarihinde çıkarılan bir yasayla kurumun yapısı ve çalışmaları yeniden düzenlendi. Merkezi Ankara'da olan kurum, Radyolar Turizm ve Tanıtma Bakanlığına bağlıdır.

TRT'nin kuruluş amacı devlet adına yurt içi ve yurt dışına yönelik eğitici, eğlendirici yayınlar yapmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için yurdun çeşitli yörelerinde radyo ve televizyon verici istasyonları kurar, işletir, diğer ulusların radyo ve televizyon kuruluşlarıyla ilişki sağlar. 1983 yılında çıkartılan bir yasayla "Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu (RTÜK)" kurulmuştur. Bu kurumun amacı yurt içine yapılacak radyo ve televizyon yayınları için milli siyasete uygun ilkeleri saptamak, yasada belirtilen görev ve esasların uygulanmasının gözetim ve denetimini yapmaktır. Kurul 12 üyeden oluşur.

Üyelerin üçü Cumhurbaşkanlığı, üçü Bakanlar Kurulu, biri Milli Güvenlik Kurulu, ikisi YÖK, üçü de Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca belirtilen adaylar arasından, cumhurbaşkanı tarafından seçilir.

Türkiye Deprem Bölgeleri

Bu harita, mevcut bilgilerin ışığı altında hazırlanmış, Bakanlar Kurulu'nun 18.4.1996 tarih ve 96/8109 sayılı kararı ile yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Önceki haritalardan farklı olarak olasılık metodu hesaplarına göre çizilen eşivme kontur haritası esas alınarak deprem bölgeleri tesbit edilmiştir. Buna göre, normal bir yapı 50 yıllık ekonomik ömrü içinde %90 ihtimal ile bu ivme değerlerinden fazla bir yüklenmeye maruz kalmayacağı tahmin edilmektedir. Ekonomik ömrü daha uzun veya önemli yapılar için karşılaşabilecekleri en büyük ivme değerlerinin ayrıca hesaplanması gerekir.

- Deprem Bölgeleri Haritası ile Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik bir birini tamamlamaktadır. Bu yönetmeliğe göre deprem bölgelerinde kabul edilen hesap ivmeleri, 1.derece için 0.4g , 2.derece için 0.3g , 3.derece için 0.2g , 4.derece için 0.1g olarak alınmalıdır. 5.derece için deprem hesabı yapmak zorunlu değildir.

Türkiye Deprem Bölgeleri, ivme değerlerine göre aşağıdaki şekilde derecelendirilmiştir.

1. Derece deprem bölgesi: beklenen ivme değeri 0.40 g ‘den büyük

2. Derece deprem bölgesi: beklenen ivme değeri 0.40 g ile 0.30 g arasında

3. Derece deprem bölgesi: beklenen ivme değeri 0.30 g ile 0.20 g arasında

4. Derece deprem bölgesi: beklenen ivme değeri 0.20 g ile 0.10 g arasında

5. Derece deprem bölgesi: beklenen ivme değeri 0.10 g ‘den az

g: yer çekimi(981 cm/sxs).

- Yerleşim birimlerinin hangi deprem bölgesinde yer aldığı örneklerde açıklanmıştır. Haritada yer almayan yerleşim birimleri için, bağlı olduğu il veya ilçe merkezine ait deprem bölgesi esas alınacaktır.

Örnek 1. Adana merkezi 2. derece deprem bölgesindedir.

Örnek 2. Adana'nın, Ceyhan ilçesi merkez bucağı, Kösreli bucağı ve Sağkaya bucağı 2. derece deprem bölgesindedir. Ceyhan belediyesi de dahil olmak üzere adı yazılmayan Doruk, Kurtkulağı, Sarımazı, Mercimek, Kurtpınar, Hamdilli ve Mustafabeyli belediyeleri 2. derece deprem bölgesindedir.

Örnek 3. Adana'nın Düziçi ilçesi merkez bucağı 1. derece deprem bölgesindedir. Düziçi'ne bağlı Böcekli belediyesi 2. derece deprem bölgesi olup, adı yazılmayan Ellek belediyesi 1. derece deprem bölgesindedir.

Örnek 4. Adana'nın Osmaniye ilçesi merkez bucağı 1. derece deprem bölgesindedir. İlçeye bağlı Kaypak, Toprakkale ve Yarpuz bucakları 1. derece, Tecirli bucağı ise 2. derece deprem bölgesindedir.

Örnek 5. Adıyaman'nın merkez ilçesi merkez bucağı 2. derece deprem bölgesindedir. İlçeye bağlı Yaylakonak belediyesi 1. derece deprem bölgesindedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)

İstanbul'un işgalinden sonra, Osmanlı Mebusan Meclisi, İtilâf Devletleri tarafından kapatılmıştı. Mustafa Kemal, Türk ulusunun iradesini temsil eden bir meclisin açılması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle, ilk meclis olan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 120 milletvekilinin katılımıyla, ulusal birliği gerçekleştirmek ve vatanı düşman işgalinden kurtarmak amacıyla 23 Nisan 1920'de açıldı. Türkiye Cumhuriyeti'nde, yasama ve hükümeti denetleme görevi TBMM'ye aittir. TBMM, seçilmiş 550 milletvekilinden oluşur. TBMM'nin, anayasanın 87. maddesinde belirtilen görev ve yetkilerinden bazıları şunlardır: Yasa koymak, değiştirmek ve kaldırmak, Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetlemek, Bakanlar Kuruluna belli konularda yasa gücünde kararname çıkarma yetkisi vermek, para basılmasına ve savaş ilânına karar vermek, kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermek.

Türkçülük Nedir

Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında başlayan, Osmanlılık ve İslâmcılık akımları karşısında bütün Türklerin tek vatanda ve tek bayrak altında birleştirilmesini amaçlayan akım, Turancılık. İkinci Meşrutiyet'in ilânından (1908) sonra Osmanlı aydınlarınca geliştirilen ve etkisini Cumhuriyet döneminde de sürdüren düşünsel ve siyasal bir akımdır. Türkçülüğün kaynağı, temel olarak Tanzimat'tan sonra, Avrupa'daki milliyetçilere benzeyen bir hareketin Osmanlı'da da uygulanmasını isteyen milliyetçi hareketten gelmektedir. Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşı'nda yenilgiye uğraması Turancı hedefleri gündemden çıkararak Türkçülüğü zayıflattı. Cumhuriyet'in ilânından sonra da eski etkin yapısından oldukça uzaklaştı. Ancak 1960'lı yıllardan sonra yeniden etkin bir akım haline geldi.

Türk Tarih Kurumu

23 Nisan 1930'da Türk Ocakları Altıncı Kurultayında Türk Tarih Encümeni yerine Türk Tarihi Tetkik Heyeti adlı bir komisyon kurulması kararlaştırıldı. 15 Nisan 1931'de de bu komisyonun yerine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti oluşturuldu. Tüzüğünün birinci maddesine göre "Türkiye Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'in korumasında Ankara'da çalışan bilimsel bir cemiyet" olarak tanımlanan kurumun çeşitli amaçları vardı. Bunların başında Türk tarihi ile Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konuları incelemek; elde edilen sonuçları da her türlü yoldan yaymak geliyordu. Kurumun adı, 3 Ekim 1935'te Türk Tarih Kurumu olarak değiştirildi. 1983 yılında da Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna bağlandı.

Türk Medeni Kanunu

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının toplumsal ilişkilerini, aile ilişkilerini, borç ve miras ilişkilerini düzenleyen yasadır. İsviçre Medeni Kanunu temel alınarak hazırlanmıştır. TBMM tarafından 17 Şubat 1926'da kabul edildikten sonra, 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girmiştir. Şahsın Hukuku, Aile Hukuku, Miras ve Ayni Haklar olmak üzere başlıca dört bölümden oluşur.

Şahsın Hukuku bölümünde; gerçek kişiler, dernekler ve vakıflarla ilgili düzenlemeler yer alır. Aile kurumuna ilişkin ikinci bölümde; ailenin meydana gelmesi, sona ermesi,

Karı-koca ve çocuklar arasındaki ilişkiler ve ailesi olmayan çocukların durumuyla ilgili düzenlemeler bulunur. Üçüncü bölümde, ölen bir kişinin mallarının nasıl dağıtılacağına ilişkin hükümler yer alır. Dördüncü ve son bölümde, kişilerin mallar üzerindeki sahipliğine ilişkin yasalar bulunmaktadır.

8 Mayıs 1926'da Türk Medeni Kanunu'na ek olarak beşinci bölüm eklenmiştir. Bu bölüm Borçlar Kanunu olarak bilinir. Borçlar Kanunu, kişiler ve kurumlar arasındaki para ve mal ilişkilerini düzenlemek amacıyla yapılmıştır.

Türk Medeni Kanunu, yeni Türk Cumhuriyeti'nde toplumsal düzenlemelerin sağlanması yolunda atılan önemli bir adımdır. Mustafa Kemal'in gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefini gerçekleştirmek yolunda önemli bir aşamaydı. Türk Medeni Kanunu ile birlikte kişilere bir soyadı zorunluluğu getirildi. Bundan önce kişiler isim ve lâkapları ile tanınıyorlardı. 21 Haziran 1934'te çıkarılan Soyadı Kanunu ile de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes bir soyadı aldı. Mustafa Kemal'e TBMM tarafından "Atatürk" soyadı verildi.

Aba

Yünden yapılan kaba ve dayanıklı kumaş. Bu kumaş, hırka, cübbe gibi üstlük ve terlik yapımında kullanılır. Bugün özellikle Doğu Anadolu'daki bazı yörelerde çobanların giydiği üstlüğe de aba denir.

Osmanlı toplumunda "aba"yı yoksul halk tabakası ve medrese öğrencileri giydiğinden fakirliğin bir göstergesi olarak kabul edilirdi. 17. yüzyılda IV. Murat, abadan bir cepken giyerek saltanatı sırasında abayı moda hâline getirmişti. On dokuzuncu yüzyılda da Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, Sekban Ocağındaki askerlerin kıyafetlerini abadan yaptırdığı için, abacılık giderek yaygınlaşmış ve zamanla İstanbul' da önemli bir zanaat hâline gelmiştir.

(4 Yaş) Çocuğunun Sosyal Gelişimi

4 yaşına gelen çocuk, artık 3 yaşında olduğundan daha sakin, daha uyumlu ve hareketlerini daha kolaylıkla kontrol edebilecek durumdadır. Dört yaş çocuğu sürekli olarak çevresini tanıma çabası içindedir. Be çabasını devamlı olarak sorduğu sorularla açıkça ortaya koyar. Ne, nerede, kim vb sorular sorar. Sorularıyla ilgili olarak kendisine verilen açıklamaları dikkatle izler. Burada yetişkinin vereceği cevapların doğru, onun anlayabileceği açıklıkta olmasının önemi büyüktür. Sorulan sorular, çocuğun ilgilerini, isteğini göstermesi açısından önemlidir. Bu nedenle, "büyünce öğrenirsin" ya da "bana sor, o anlatsın" türünden geçiştirmeler, çocuğun öğrenme isteğini azaltabileceği gibi, onun yetişkine olan güven duygusunu da azaltarak kırıklığa uğramasına neden olabilir.

Toplumsal gelişim yönünden yetişkinleri izleyerek, onların davranışlarını taklit eden, 4 yaş çocuğu, bir yandan yetişkinle olumlu ilişkilerini sürdürürken, diğer yandan kendi yaşıtı olan çocuklarla da daha uzun süre birlikte olmaya başlar. Ancak gruplar henüz çok kolaylıkla dağılabilir niteliktedir. Bu yaş çocuğunda zaman zaman uzmanların paralel oyun adı verdikleri (aynı mekan içinde herkesin kendi oyununu sürdürmesi) oyun türü görülebilir. Oyun sırasında ortaya çıkan çatışmalar, onun için sosyal birer deneyim yerine geçerler. Çocuğun arkadaşlarının isteklerine uymayı öğrenmeye başlaması ve bunun için de kendi isteklerinden fedakarlıkta bulunabilmesi, sosyal gelişim yönünden son derece önemli bir adım olarak nitelenebilir.

2-3 hatta 4 yaşındaki çocuklar, ancak bir kişi ile arkadaşlık kurabilirler. 2-3 yaşındaki çocuklarda "sen, ben" kavramı gelişmiştir. Bu kişinin, kendisini başkalarından iyice ayırdığının bir belirtisidir. Toplumsal gelişim, bundan sonra, hızla artar (Binbaşıoğlu, 1990, s.172).

3 yaşına giren çocuğun, giderek daha olumlu ve dengeli bir birey haline dönüştüğü görülür. Bu evrede rastlanan ani öfke nöbetleri çoğunlukla eşyaya yönelmiştir. Örneğin, yetişkinin "niçin koşuyorsun" sorusuna, çocuk, olayı rasyonalize ederek: "çünkü merdiven koş koş diyor" yanıtını verebilir (Yavuzer, 1996, s.109-110). 1,5-3 yaş çocukları tamamen başkalarına bağımlı olmak istemezler. Teşebbüs ettikleri işleri yaparak, kendilerine olan güvenlerini artırmaya çalışırlar. Yetişkinlerin yaptıkları işe karışmalarını ve müdahale etmelerini istemezler. Eğer, yaptıkları iş, engellenirse, öfkelenip, hırçınlaşırlar. Buna karşılık yetişkinler, çocukları 2 yaşından itibaren toplumun istediği şekilde davranmaya zorlarlar. Çünkü çocuklarının toplum kurallarına uyum sağlayabilen bireyler olarak yetişmelerini ister. Bu kültür aktarımının bir gereğidir. Ancak, ana-babalar, çocuklarına toplumun maddi ve manevi değerlerini sevdirerek ve onların kişiliklerini rencide etmeden aktarmalıdır (Selçuk, 1996, s.49).

Bu yaştaki çocuklarda Piaget'nin de işaret ettiği gibi, toplumsallaşmış dil" çok yavaş oluşan, yavaş yavaş evrimlenen bir olaydır (Tuncel, 1977, s.80).

Çocuk, üç yaşına gelince, oyun arkadaşı aramaya başlar. Annesinden uzaklaşmak, daha bir bağımsız daha bir başına buyruk olmak ister. Bunu sağlamanın en kolay yolu, çocuğu yuvaya yollamaktır (Dodson, 1990, s.130).

2 yaşında başlayan sorgulama ve sorma dönemi, 4 yaşında en üst düzeye çıkar. Bu çağdaki tipik sorunların başında, "ben nereden, nasıl geldim?" sorusu gelir. Çocuğun yaşına uygun olarak kısa, öz ve doğru cevaplar verilmelidir. Bu soruya çocuğun anlayıp, kavrayabileceği bir sadelik ve yalınlıkta karşılık verilmesi en uygun olanıdır. Kesinlikle çocuğu susturmak ve gerçeği yansıtmayan karşılıklar vermek, doğru değildir. Bu konuda anne-babaya önemli görevler düşmektedir (Yakut, 1994, s.18-19).

4 yaş çocuğu son derece açık sözlüdür. Hoşlandığı ve hoşlanmadıklarını rahatlıkla söyleyebilir. 4 yaş çocuğu, somut düşünür. Kelimeleri öğrendiği basit anlamlara göre değerlendirir. Örneğin, "yüzsüz" den,ildiğinde, yüzü olmayan bir insanı anlamaktadır. Bu da yetişkinlerin 4 yaş çocuğu ile konuşmalarında kullandıkları sözcükleri onun anlayabileceği şekilde olmasını ve 4 yaş çocuğunun bulunduğu sırada aralarında yapacakları konuşmalarda dikkatli olmaları gerekli kılmaktadır.

Bu yaştaki çocuk, oyunlarını bir konu çevresinde örmeye başlar. Bebekleriyle, arabalarıyla, trenleriyle, öteki oyuncaklarıyla uzun süreli ve belirli olayların canlandıran oyunlar kurar. Güçlü hareket itisi ve kafasının içindeki belirsizlikler, onu çeşitli yönlere çeker, ne yapmak istediğini, nereye gittiğini kestiremez. Bu tavrı en iyi belirleyecek örnek, kendisine ne resmi yaptığını soran annesine "daha bitirmedim ki, nereden bileyim" diye cevap veren çocuğun yaşadığı olaydır

(5 Yaş) Çocuğunun Sosyal Gelişimi

5 yaş genellikle canlı, neşeli, hareketli bir görünüm içindedir. Konuşmayı, soru sormayı, hareketli oyunlar oynamayı, masal dinlemeyi ve anlatmayı sever. O, artık daha çabuk karar verir. Kas hakimiyeti gelişmiştir. Düzenli cümleler ile insanlarla olan kişisel ve sosyal ilişkileri artmıştır (Yavuzer, 1996, s.111).

Bu yaştaki çocuk artık arkadaşlarıyla oynamaya ve bir grup içinde kendi yerini bulmaya başlar. Grup yaşantıları yoluyla bilgi edinir.

Bu beş yaş çocuğu annesine ve evine bağlı olmasına rağmen ev onun için pek yeterli değildir. Çevresini genişletmek ihtiyacındadır. Kendi başına hareket etmesi artar ve bu anne-baba tarafından engellenirse, aşırı baskılı bir eğitim uygulanırsa, çocuk bağımsız ve dengeli bir kişilik geliştiremez. Bu nedenle çocuğun kendi başına yapabileceği işlerde yardım etmemeli, yapabileceği işlerde büyüklere yardımcı olmasına fırsat verilmelidir.5 yaşındaki kızlar, bebekle oynar, resim yapar ve hatta ip atlayabilirler. Bu yaştaki erkek çocuklar ise, daha çok, trencilik, koşma ve yakalama oyunları gibi oynar oynarlar. Oyunlarda birbirlerini taklit ederler (Binbaşıoğlu, 1990, s.172).

Bu dönemde çocuklar gruplar halinde oyunlara girişirler. Çocuklardan biri doktor olur ve hasta olan kız veya erkek çocuğu muayene eder. Gruptaki çocuklar sırayla hasta ve doktor olurlar. Bu oyuna yol açan temeldeki merak bir kez giderildikten sonra oyun, çekiciliğini kaybeder ve artık oynanmaz olur.

5 yaşına gelen bir çocuğu şahsi ve sosyal ilişkileri artmıştır. Olaylar karşısında soğukkanlıdır. Dikkatli ve kararlı bir tutumu vardır (Yakut, 1997, s.19).5 yaşındaki çocuk, her yönden denge içindedir. Kendi kendine yeterliliği ve çevre ile uyumu vardır. Kendine güvenir, aynı zamanda karşısındakilerle de başkaldırmadan uzlaşabilir. Dikkatli, anlayışlı, sezgi ve algılarında güçlüdür. Nazik, düşünceli, cana yakındır (Dodson, 1990, s.124).

5 yaş çocuğunun belirginleşen kişilik özelliğini de dikkate almak gerekir. İçinde bulunduğu yer ve zamanla sınırlanan dünyası ona yeterlidir. Düş gücünü kullanmaz. Nesneleri kullanılışlık açısından tanımlar: "kuyu, kazmak içindir" "dondurma yemek içindir" kendisi ve çevresiyle çatışma halinde değildir. Resim yapmaya başlamadan önce, kafasına belirgin bir şey vardır. Yaptığı şeyin içeriği mantıklıdır. Kendi kendini kritik eder. "Bir at resmi çizmek istiyorum ama bilmiyorum" diyebilir. İster oyunda olsun, ister kendisine verilen bir ite olsun, 5 yaş çocuğu başladığı işi bitirmeyi sever, gösterişe meraklı değildir. O, artık daha çabuk karar verir. İnsanlarla olan kişisel ve sosyal ilişkileri artmıştır. Bunun yanısıra kendisine ilişkin düşünceleriyle ailesine, okula ve topluma uyumu belirgin bir biçimde artmıştır. Kritik durumlarda soğukkanlı olmayı başarır. Sokakta kaybolmaz, adresini bilir. Çocuk, gelişimin tüm basamaklarını tamamlamış ve hafif eğilimli bir düzlüğe ulaşmıştır.5 yaş çocuğu kendi kendine yeter, sosyaldir, kendinden emindir. Şekilci ve uyumludur. Rahat ve ciddidir, dikkatli ve kararlıdır. Nazik bir dosttur. Üstün bir kişi değilse bile, üstün bir çocuktur. 3 yaşın ilerlemiş bir biçimidir.5 yaşın sonlarına doru, çocuklarda düşünerek hareket etme davranışları görülür. Çocuk, zaman zaman ciddileşir; artık toplum düzeninin ayrımına varmıştır. Bu zamanda çocuk, toplumdan aileye doğru bir kaçış gösterir. Onun için, aile en güvenilir bir yerdir. Bu durum, adeta bir "toplumsal bunalım"dır. Oyun çağında aile bireylerinin çocuğa gösterecekleri ilgi, çocuğun oyuncak durumu, özellikle kendi yaşındakilerle oluşan ilişkileri, çocuğun toplumsal gelişiminin biçimini belirler. Buna çocuğun toplumsal gelişiminin biçimini belirler, çocuğun karıştırdığı resimli kitaplar da yardım eder.

A Vitamini

A vitamini, enfeksiyona karşı direnci arttırır, bazı kanser türüne karşı koruyucu etkisi vardır. Cildin, tırnakların ve saçların sağlıklı kalmasını sağlar. Diş ve diş etleri için büyük önem taşır. Yağda eriyen bu vitaminin bir kısmı cilt altındaki dokularda, böbrekte ve karaciğerde depolanır. Bedenin bu vitamini en iyi biçimde kullanabilmesi için D vitaminine gereksinim vardır. Buvitamin cildin nemli kalmasını sağlar. İdrar yolları ve solunum enfeksiyonlarında bedenin direncini artırır. Gözlere, soğuk algınlığına ve öksürüğe yararlıdır. A vitamini eksikliği ciltkuruluğuna, cildin nasırlaşmasına veya pullanmasına, böbrek taşlarına, zayıf diş oluşumuna, kötü sindirime, sinüzite, kulak iltihabına ve gece körlüğüne neden olur. Bu vitamin en çok balıkyağında bulunur. Kadınların günde 4 bin, erkeklerin 5 bin ünite A vitaminine ihtiyaçları vardır. Sık sık süt ve yumurtalı yiyecekler yiyen birisi A vitaminini yeterince ve hazır olarak almaktadır. Ayrıca kayısı, kuşkonmaz, maydanoz, ıspanak, havuç, kereviz, marul, portakal, erik, domateste de A vitamini vardır. Gereğinden fazla alınmasının bir yararı olmadığı gibi tehlikeleri de vardır. 50 bin ünitenin üstünde alındığında bulantı, kusma, başağrısı, iştahsızlık, görme bozukluğu ve eklem ağrıları gibi şikayetlere neden olur.

6 Yaş Çocuğunun Sosyal Gelişimi

Bu yaş çocuğu etkin, atılgan, coşkulu, amaca yönelik davranışlar sergileyen, zaman zaman düşünceli kararsız, bir kişilik yapısına ve bağımsız bir ruh yapısına sahiptir. Hala annesinin ona verebileceği bakım, rahatlık ve güvene büyük ölçüde ihtiyaç duyar. Akıllı bir anne çocuğunun sıkıntılı durumlarında; mutluluğunu paylaşmada; güven vermede; meraklarını gidermede; rehberlikte onun yanında hazır bulunmalıdır. Onun perişan, utangaç ve bozgun olduğu durumlarda çoğu kez yalnız anne ona cesaret vererek ona yardım ederek olaylardan olumsuz bir biçimde etkilenmesini önleyebilir.4-6 yaşlarındaki çocuk, "soru çağı"ndadır. Bu zamanda çocuk, her şeyin "neden" ve "niçin"ini öğrenmek ister. Bu davranış, çocuğun zihin gelişimi kadar toplumsal gelişimini de etkiler. Soru sormanın iki nedeni vardır:

1. Gerçek bir merak ve öğrenme isteği,

2. "Dikkati çekmek" düzenleşimi

Birincisi, "zihin gelişimi"1 ile, ikincisi de "toplumsal gelişim"le ilgilidir. Dikkat çekme isteği, benliğin geliştiğini gösterir (Binbaşıoğlu, 1990, s.173).

3-6 yaşlarındaki çocuklar, motor becerileri geliştiği için sosyal ilişkilere daha fazla katılırlar. Bunun yanısıra araştırma be merak duygularını tatmin etmek için çeşitli faaliyetlerde bulunurlar. Bu faaliyetlerde başarısız olurlarsa suçluluk duygusu geliştirebilirler. Çocuğun yaptığı işlerin yetişkinler tarafından engellenmesi, ana-babanın yanlış eğitim yöntemleri kullanması da suçluluk duygusuna yönelten etkenler arasındadır (Seçuk, 1996, s.50).6 yaşındaki çocuk, kararsız ve tembel bir kişilik sergiler. Bu davranışlar, bir geçiş dönemini oluşturur. Artık, okul çağı başlamıştır. Bu dönemin belirgin özelliği, grup oyunlarıdır. Daha önceleri tek başına sürdürülen oyunlar, grup oyunlarına yerini bırakmıştır (Yakut, 1997, s.19):Somut düşünce biçiminin giderek elde edilmesiyle birlikte dikkat süresi uzayan iyi bir dinleyici olmaya başlar. Çevredeki tehlikelerin daha çok farkında olan bu yaş çocuğu uzun süre evden uzak kalmaya hazırdır. Bu yaşta ilköğretim için gerekli gelişim düzeyine, genellikle ulaşılmış ve ön yaşantılar kazanılmıştır.Çocuğun eğitiminde önemli olan ana-baba ve ona bakan eğitim ile ilgilenen yetişkinlerin onu sevmesi gelişimini rahatça sağlayabilecek şekilde özgürlük ve güven vermesi her türlü yapıcı yardımı sağlaması, anlayış göstermesidir.Bu devrede çocuğun hayal gücü çok gelişmiştir ve ruhsal durum içinde sık sık yalan söyler, haşarı ve yaramaz olur. Ebeveynlerine çok az düşkün olurlar ve daha az bağımlı olurlar. Oyunlarında rekabet havası eser ve diğerlerinden daha üstün olma çabası içindedir. Bu durum bağımsızlık ve kendine güven yönünden önemli bir aşamadır (Öztürk, 1983, s.4-8).4-6 yaş arası çocukların oyunları, 2-3 kişilik küme oyunlarıdır. İlk çocukluk yılarında çocuğun çevresini ana-baba ve eğer varsa, kardeşler oluşturur. İlk sosyalleşme belirtileri aile çevresinde atılırken, ilkokul çağına doğru aileye olan ilgi çevreye kaymaya başlar. Bu dönemdeki çocuğun sosyalleşmesini etkileyen en önemli faktör, çocuğun arkadaş çevresidir. Aile, çocuğu, ilkokul çağına kadar olan dönemde sıkı bir denetim altında tutmuşsa, çocuğun sosyalleşmesi biraz daha zor olur. Çocuklarda sosyalleşmeyi sağlayan en büyük etkenlerden biri de akranlarıyla birlikte oyun oynamasıdır.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Çayı kim keşfetti?

Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keşfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. Şükür ki çay milattan önce 2737 yılında büyük Çin imparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keşfedildi.

Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilmiş oldu.

İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki "ça"dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar "chay" Araplar "shaye" Japonlar "cha" diyorlar.

Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa'ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya'da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.

Çayın Avrupa'ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir ilaçmış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.

Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.

İngiltere'de ise çay içmek alışkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.

Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan'dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.

Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.

Cam neden saydamdır?

Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Kumların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.

Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.

Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.

Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir. Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah renkle göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmekledir.

Kar tanelerinde de aynı şey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktar bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.

Bulutlar nasıl oluşuyor?

Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaşık 1 kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde 1-5 milyon kilogram su vardır. Peki nasıl oluyor da bu kadar su başımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor? Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.

Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartları eşit olarak sağlamak mümkün değildir.

Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir. (İnsan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasının birleşmesi gerekir.

Bulutların bu kadar ağarlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1 milyon tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.

Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.

Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.

Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara 'sirüs', kümeler halinde olanlara 'kümülüs', ufukta tabaka halinde görünenlere de 'stratus' deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2 bin-6 bin metre yükseklikte ise ön ismi 'alto', 6 bin metreden daha yükseklikte ise de 'sirro' oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için 'nimbo, nimbüs' gibi isimler ekleniyor.

Burnumuz neden akar?

Soğuk algınlığı, alerji, baharatlı yiyecekler gibi şeyler nasıl burnunuzun akmasına yol açar? Normal olarak, burnunuzdaki zar vücuda giren ajanları, mikropları engellemek için mukus (sümük) üretiyor. Burnun her gün bir litre sümük ürettiği tahmin ediliyor. Fakat, bazı uyaranlar sümük üretimini daha da artırabiliyor. Örneğin, soğukalgınlığı geçiriyorsanız, vücudunuza saldıran virüsleri durdurmak için ekstra sümük üretiliyor ve sümüklerle bu virüsler dışarı fışkırtılıyor. Soğuk hava çok küçük filizleri ya da burun boşluğunuzun iç duvarındaki ince tüyleri mahvediyor. Normalde bu tüyler sümüğü boğazınızdan aşağıya geri sürükleyip götürüyor. Fakat sıcaklık düştüğünde bu tüyler çalışmıyor ve sümüğün burun deliğinizden akmasına izin veriyor.

Alerjiler de aynı etkiye sahip. Akciğerlere giden alerjenleri durdurmak için burun sümük üretimini artırıyor. Baharatlı yiyeceklerde durum biraz daha farklı. Kırmızı biberde bulunan kapsaisin, doğal bir burun tıkanıklığını giderici ilaçtır.

Boks ringleri niçin dört köşedir?

Bilindiği gibi, "ring" kelimesi, İnglizce'de daire, halka anlamındadır. Parmağa takılan yüzüğe bile bu nedenle "ring" denilir.

Aslında geçmişte profesyonel boksta, boksörler grup halinde, kasabadan, kasabaya dolaşır, oradaki yerli boksörlerle maç yaparlardı.

Boks yapılacak alana seyirciler daire şeklinde yerleştirilir, en önde oturanlara alanı çevreleyen ip tutturularak, başkalarının boks yapılacak yere girmeleri önerilirdi. Ayrıca sahnedekiboksöre meydan okuyan biri kafasını bu ipe çarparak dövüşmek istediğini belirtirdi.

Seyirci miktarı artınca bu usulü ugulamak zorlaştı. Yere dikilen kazıklara ip bağlanarak boks yeri belirlenmeye başlandı. Tabii ki bu iş için en uygun şekil kare idi.

Boks yapılan yerlerin dünyanın her yanında kare olmasına rağmen "ring" diye adlandırılmasının hikayesi işte bu!

Nasıl sarhoş olunuyor?

İlk yudumla birlikte, alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra, ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.

Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol, derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.

İçmeye devam edilirse, beyindeki görme, denge, konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için, kalp kası zorlanır ve nabız artar.

Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse, alkolün kandaki oranı alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır, solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.

Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.

Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.

Alkol karaciğer yetmezliği yanında, kalp hastalığı ve kanser riskini de arttırır. Beyinde hücre kaybına yol açar, uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar, psikiyatrik bozukluklar başlar.

Ama alkolün en büyük etkisi, sağlığı bozmasının yanında, aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması, hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır.

Araba Tutması Nedir?

Ne kadar hızla ve ne kadar uzak mesafeye gitmelerine bağlı olmadan, insanlar hareket halindeki vasıtaların içinde mide bulandırıcı bir rahatsızlık hissederler.

Dış kulağımızın görevi işitmeyi sağlamaktır ama iç kulağımız dengemizden sorumludur. Hareket halinde olduğumuzda, iç kulağımızın içindeki sıvı çalkalanır ve sinir sistemimiz vasıtası ile beynimize sinyal gider. Eğer arabanın içinde bir şey okuyorsanız veya arabanın içinde bir şeye bakıyorsanız, gözlerden beyne hareket halinde olmadığınız sinyali gider ama iç kulaklarınızdan giden sinyal farklıdır. O, vücudunuzdaki sarsıntıdan dolayı hareket halinde olduğunuzu bildirir. Bu iki sinyal arasındaki fark, halk arasında "araba tutması" diye adlandırılan, mide bulandırıcı etkiyi yaratır.

Aslında dalgalı denizde seyreden bir gemideki insanı deniz tutması ne ise hareket halindeki bir arabanın içindeki insanı taşıt tutması da aynı şeydir. Denizdeki hareket tam anlamı ile üç boyutlu olduğundan etkisi daha fazladır. Baş ağrısı, baş dönmesi, nabızdaki artış ve mide bölgesindeki baskı hissi ile kusma ihtiyacı en belirgin özelliklerdir. Bunlara ilaveten deniz tutmasında, bulantıdan önce stres hormanları da salgılanmaya başladıklarından rahatsızlık ve panik hissi iyice kuvvetlenmektedir.

Arabada iken gözlerinizle, bir uzağa, bir yakına bakarsanız, bu taşıt tutma probleminize yardımcı olabilir. Bu nedenlerdir ki, arabayı kullananlarda taşıt tutması olayı görülmez. Çünkü araba, kullananın kontrolü altındadır. Sürücü arabanın ne zaman duracağını veya hızlanacağını, ne yöne dönüleceğini bilmektedir. Taşıt tutması gençlerde daha çok görülür, çünkü yaşlandıkça ve çok seyahat ettikçe, iç kulağın hareketlere karşı hassasiyeti azalır.

Bir görüşe göre, taşıt tutmasındaki denge bozukluğu, bulanık görme gibi belirtilerde beyine gönderilen sinyaller, zehirlenince beyine yollanan sinyallerle aynı. Bu nedenle de beyin mideye kusma ve içindeki zehri boşaltma emrini veriyor.

Taşıt tutmasına karşı önerilerimiz şöyle: Kitap okumayın, zihniniz başka şeylerle meşgul olsun. Olay aslında beyinde oluştuğundan, onu başka bir şeyle meşgul edin. Zihinsel veya kelime oyunları oynayın. Mide bozucu şeyler yemeyin, çok gerekirse bunun için üretilmiş ilaçları, kulak arkasına yapıştırılan bantları kullanın.

Çinli doktorlar yüzyıllardır taşıt tutmasına karşı akapuntur tedavisi uyguyorlar. Bu uygulamadan siyah ve beyaz insanların yüzde 50-60'ı etkilendiği halde Asyalıların hemen hepsi etkileniyor. Bu farkın da sinir sistemindeki bir genetik temele dayandığı sanılıyor.

Suların sertlik dereceleri nasıl tespit edilir?

Suların sertlik derecesini ölçülebilmesi için kullanılan en pratik yöntem "sabun solüsyonu yöntemi". Bu yöntemde; sertliği veren Ca ve Mg elementleri, sabundaki sodyum ve potasyumun yerine geçerek suda erimeyen bileşikler yapıyor. Sabun solüsyonu kullanarak suda devamlı bir köpük elde edilmeye çalışılıyor. Bu işlemde harcanan sabun solüsyonu miktarı genel sertlik hakkında bilgi veriyor. Su kaynatıldıktan sonra yine aynı yöntemle kalıcı sertlik ölçülebiliyor. "Geçici sertlik = Genel sertlik - Kalıcı sertlik" formülü kullanılarak hesaplanabiliyor.

(Ek bilgi: Suda erimiş bütün anyonların ve dolayısıyla bunlarla birleşmiş olan katyonların verdiği sertlik "genel sertlik" olarak adlandırılırken, CO3 (bikarbonatların) anyonlarının verdiği sertliğe de "geçici sertlik", SO4 (kalsiyum ve magnezyum sülfatların) anyonlarının verdiği sertliğe de "kalıcı sertlik" deniyor. Genel sertlik, geçici ve kalıcı sertliklerin toplamı olarak da ifade ediliyor. Sularda genel sertlik ve geçici sertlik ölçülebiliyor. Aradaki fark da kalıcı sertliği veriyor. Suyun sertliğini gidermek için toz halinde kireç ya da soda (kalsiyum karbonat kullanılıyor. Kireç geçici sertliği soda kalıcı sertliği gideriyor. Bu amaçla evlerde ve sanayi kuruluşlarında içinde sodyum alüminyum bulunan vebolit, permutit gibi iyon değiştirme aygıtları kullanılıyor.

Asit yağmurları nedir nasıl oluşur?

Asit yağmurları, fosil yakıt atıklarının doğal su döngüsüne karışmasıyla oluşur. Kömür ve petrol gibi fosil yakıtların yakılması sonucu atmosferde kükürt ve azot içeren gazlar birikir. Bu gazlar havadaki su buharıyla birleşince bir kimyasal tepkime meydana gelir. Bu tepkime sonucunda sülfürik asit ve nitrik asit damlaları oluşur. Güneş ışığı bu tepkimelerin hızını artırır. Yeryüzündeki sular Güneş’in etkisiyle ısınınca, bunların bir kısmı buharlaşarak yükselir ve atmosfere karışır. Böylece yükselen nemli havadaki su buharı yoğunlaşarak yeniden sıvı durumuna geçer. Bunlar da bulutları oluşturur. Sonuçta oluşan, çok miktarda kükürt ve azot içeren bu tip yağmurlara “asit yağmurları”denir. Atmosferdeki asit, yalnızca yağmurlarla değil, kar, sis, havadaki gazlar ve tanecikler yoluyla da yeryüzüne iner.

Ateş böceği nasıl ışık saçıyor?

Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek sarı-yeşil bir ışık veren bir böceği görmüşsünüzdür. Yanına yaklaşıldığında ışığını söndüren, gece karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateş böceğidir.

Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bunun bilimsel adı 'soğuk ışık'tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir.

Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu. Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4'ünü, florasan ampul ise yüzde 10'unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iş için kullandığı enerjinin tamamını ışığa dönüştürebildiğini tespit edince hayrete düştüler. Gelelim ateşböceğinin ışık üretme mekanizmasına... Aslında ateş böceklerinin ışık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkansızdır. Yani ışık üretim mekanizması hakkındaki bilgiler hala teoride kalmaktadırlar. Kesin olarak bilinen bunun moleküler seviyede kimyasal bir işlem olduğu, bazı moleküllerin ayrışarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve bu fazla enerjiyi ışığa dönüştiirebildikleridir.

Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden, ışık elde elmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmış ve yapay olarak elde edilmiştir. İkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik olarak üretilmesi hala mümkün olamamıştır.

Ateş böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleşiminin de ışık vermeye tam olarak yetmediği, böceğin ışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerektiği tespit edilmiştir. Bilinmeyen bir başka ayrımı ise bu ışığı hangi şalterin açıp kapadığıdır.

Bu gizemli böceklerin 2 bin çeşidi olup erkekleri uçabilirken dişileri kanatsızdırlar. Erkekler dişileri aramak için geceleri uçarlar ve ışıklarını birbirleri ile iletişim kurmak için kullanırlar. En iyi ışık verimini gelişmiş dişiler verir. Ateş böcekleri geceleri 3 saat süreyle ışık verebilirler.

Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu yiyen bir düşmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha başka ateş böceği yemeye teşebbüs etmez.