30 Temmuz 2013 Salı

Baş ağrısı sebepleri

Baş ağrısı, yaşamın her döneminde ortaya çıkabilen bir sağlık sorunu
Akut ağrılar; çeşitli hastalıkların göstergesi, kronik ağrılarsa başlı başına bir hastalık olarak kabul edilir

Memorial Şişli Hastanesi Ağrı Polikliniği’nden anestezi ve reanimasyon uzmanı Dr. Mehmet Çelik, baş ağrılarının nedenleri ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi: “Akut baş ağrıları genellikle gözlerden, KBB hastalıklarından, dişlerden kaynaklanan baş ağrılarıdır. Bu tür baş ağrılarının teşhis ve tedavisi kolaydır. Ancak baş ağrısı kafa içerisindeki tümör, beyin kanaması gibi organik bir hastalığın belirtisi de olabilir. Bu nedenle önceden bu tür şikayeti olmayan kişilerde gelişen akut baş ağrılarının tanısında çok dikkatli olunmalı. Ani başlayan baş ağrıları yüksek tansiyon, çeşitli hormonal hastalıklar ve sinir ya da diğer sistemlerden kaynaklanan enfeksiyon hastalıklarının bulgusu olarak da ortaya çıkabilir.

Yaşam kalitesini düşürüyor

Kronik baş ağrılarıysa uzun süredir var olan baş ağrılarıdır. Şiddetli ve kronik olanları; ağrıyı çeken kişinin iş hayatını, sosyal yaşantısını önemli ölçüde etkiler, yaşam kalitesini düşürür. Bu nedenle bir hastalık belirtisi olmaktan çok hastalığın kendisi olarak ele alınmalı. Kronik baş ağrıları içinde en sık görülenleri, gerilim tipi ve migren. Bu iki tür baş ağrısı benzerlikler gösterir ve bazen tanı koyarken ayırmak güç olabilir.

Migrenin özellikleri

Migren;

Hafiften başlayarak çok şiddetli, zonklayıcı karaktere dönüşen baş veya boyun ağrılarıdır. Ağrı, genellikle başın bir tarafında olur ve en az birkaç saat devam eder. Sonrasında hasta kendini yorgun ve bitkin hisseder. Migren, ağrı öncesi ya da ağrı sırasında başka belirtiler de gösterir. Bunlar;

* Kabızlık veya ishal,
* Sinirlilik,
* Mide bulantısı, kusma,
* Işığa, gürültüye, kokuya karşı duyarlılık,
*Kafa derisinde hassasiyet,
* Kan damarlarında gözle görülebilen genişleme,
* Vücudun uç noktalarında ağrı, sızı,
* Dokunma hissinde azalma.

Gerilim tipi baş ağrısı 

En önemli özelliği, boyun bölgesinden başlayarak tepeye doğru yükselmesi ve sıkıştırıcı bir ağrı şeklinde seyretmesidir. Hastalar çoğu kez bu durumu ‘başın cendereye alınmış gibi sıkıştırılması’ şeklinde nitelendirir. Ayrıca başta yanma hissi, keçeleşme, dokunmayla hassasiyet gibi bulgular ortaya çıkar. Baş, boyun ve omuz bölgesi kaslarında basınç uygulamakla yansıyan ağrının ortaya çıkmasına neden olan tetikleyici noktaların varlığı, önemli bir bulgu. Baş ağrısı; gereğinden az ya da fazla uyuma ve yeme, fazla alkol tüketme, aşırı gürültüye maruz kalma, çok çalışma ve diğer sağlık sorunları yüzünden tetiklenebilir.

İkisini nasıl ayırt edersiniz?*

Migrenli hastalar, kuytu sessiz bir yer ararken gerilim baş ağrısından yakınan hastalar gezmek, dolaşmak ister. Yani migreni olanlar yatıp dinlenmeyi tercih ederken, gerilim tipi baş ağrısı olanlar günlük aktivitelerine devam eder.


* Gerilim baş ağrısı migrenin aksine tek bir bölgeyi tutmaz. Daha yaygın seyir gösterir. Gün boyunca şiddetlenir. Saatler boyunca sürer.
* Migrende ağrı öncesinde görülebilen görme sorunları ve diğer belirtiler gerilim baş ağrısında yok.
* Migren ve gerilim tipi baş ağrısı bazen birlikte görülebilir. Migren şikayetleri olan bir hastada zaman içerisinde gerilip tipi baş ağrısı da oluşabilir ve gerilim tipi baş ağrısının belirtileri daha ön plana geçebilir.

Gevşeme eğitimleri Gerilim tipi baş ağrısının tedavisinde kas gevşetici ilaçların yanı sıra depresyon ilaçları da son derece etkili. İlaç dışı yöntemlerden gevşeme eğitimi ve bio-feedback adlı elektronik cihazlar, kas kasılması ve baş ağrılarının tedavisinde kullanılır. Bu tedavilere dirençli vakalarda; baş, boyun ve omuz bölgesinde tespit edilen tetikleyici noktalara çeşitli enjeksiyonlar yapılarak kasların gevşetilmesi, ağrının kontrol altına alınması sağlanır.

ÇEŞiTLERi VAR

* Migren tipi damarsal baş ağrıları,
* Gerilim baş ağrısı,
* Kombine yani damarsal ve gerilim baş ağrısının birlikte bulunuşu,
* Migren dışı damarsal baş ağrısı,
* Psikiyatrik nedenlere bağlı baş ağrısı,
* Kafa içinde inflamasyona bağlı baş ağrısı,
* Gözden, kulaktan, dişlerden, burun ve sinüslerden kaynaklanan baş ağrıları,
* Boyundaki yapılardan kaynaklanan baş ağrıları.

Çocuklarda Öğrenme Zorluğu

Disleksi Nedir? Bir Hastalık mıdır?

 Öğrenme zorluğu, bir çocuğun özellikle okul ortamında gerektiği şekilde öğrenmesini engelleyen bir durumu belirten genel bir tanımdır. Öğrenme zorluğu olan bir çocuk, dinleme, kendini ifade etme. Okuma, yazma, neden-sonuç ilişkisi oluşturma, matematik becerilerini kazanma ve kullanmada önemli güçlüklerle karşılaşır. Bir çocuğa öğrenme zorluğu tanısı koyabilmek için o çocuğun zekasının normal hatta normalin üzerinde olduğuna, duyu organlarıyla ilgili bir zorluğunun olmadığına, çevreden aldığı uyaranların yeterli olduğuna emin olmamız gerekir. Öğrenme zorluğ, genel olarak üç başlık altında incelenir: Okuma zorluğu (disleksi), yazma zorluğu (disgrafi) ve matematik zorluğu (diskalküli). Öğrenme zorluğu, yapısal nedenleri olduğu düşünülen gelişimsel bir bozukluktur. Bu zorluk, çocuğun okul yaşamında çeşitli sıkıntılar yaşamasına neden olabilir; bu nedenle çocuğun okul yaşamının başında, bu konuyla ilgili profesyonel destek alması, onun öğrenme için gerekli becerilerini geliştirmesine ve kendine uygun öğrenme yolları bulmasına yardımcı olabilir. Ancak, öğrenme zorluğunun kesin bir çözümü yoktur.

Kaç Tür Disleksi Vardır? Bunları Kısaca Tanımlar mısınız?

Öğrenme zorluğu, şu alt başlıklar halinde incelenebilir:
1. Gelişimsel Konuşma ve Dil Bozuklukları: Dil alanındaki zorluklar genellikle öğrenme güçlüğünün ilk habercisidir. Bu çocuklar sözcükleri telaffuz ederken zorlanabilirler, örneğin itfaiye yerine itmaiye, problem yerine proglem diyebilirler. Bazı çocuklar da, konuşmayı bir iletişim aracı olarak kullanmakta çok becerikli değillerdir; isteklerini, duygu ve düşüncelerini ifade etmekte zorlanırlar, ayrıca kendilerine söylenen şeyleri tam olarak anlayamazlar. Bu çocuklar sıklıkla "şey, işte, filan" gibi sözcükler kullanır, "Gözüm seni bir yerden ısırıyor" gibi mecazi anlamı olan ifadeleri anlamakta zorlanabilirler.

2. Gelişimsel Okuma Bozukluğu(Disleksi): Okumayı öğrenmek için yerine getirilmesi gereken işlemler oldukça karışıktır:

 * Çocuğun, sayfa üzerinde belli bir yere odaklanması ve göz hareketlerini sayfa boyunca kontrol etmesi gerekir. Okuma zorluğu olan bir çocuk, okumaya çalışırken, sözcüklerin başına odaklanmakta zorlanabiliri ve sözcüğün ortasından başlayabilir, örneğin "baştakiler" sözcüğüne "ta" diye başlayabilirler; okurken sıklıkla yerlerini kaybederler, satır ya da sözcük atlarlar.

 * Hangi harfle hangi sesin eşleşeceğini öğrenmesi gerekir. Çocuk, benzer görüntü ve ses veren harfleri ayırt etmekte zorlanabilir; "deniz "yerine "beniz", "su" yerine "şu" okunması sıkça yapılan yanlışlardır.

 * Sözcüklerin anlamını ve gramer kurallarını bilmesi gerekir. Bu konuda zorlanan çocuk, özne ile eylemi birleştiremez, sözcükleri parçanın anlamını bozan bir şekilde okuduğunda bunu fark edemez.

 Çocuğun ayrıca,

 * Okuduğu metinden fikirler ve imgeler çıkarabilmesi.
 * Bildikleriyle yeni öğrendiklerini birleştirebilmesi.
 * Öğrendiklerini belleğinde tutabilmesi gerekir.

Bütün bunları yapabilmek için de, beynin görme, dil ve bellek alanlarının işbirliği içinde olmalıdır.

1. Gelişimsel Yazma Bozukluğu (Disgrafi): Yazılı ifade, iiletişimin en üst düzey ve en karmaşık şeklidir. Yazılı ifade, sözel dili kullanmayı, okuma yeteneğini, kelimeleri doğru olarak oluşturabilmeyi, yazım kurallarını bilmeyi ve yazıyı planlayabilmeyi gerektirir. Yazmada zorluk çeken bir çocuk, öncelikle, sözcükleri oluşturmakta, hangi sesi hangi harfle eşlemesi gerektiğine karar vermede zorlanacaktır. Bu nedenle, öğrenme zorluğu olan çocukların yazı yazması yaşıtlarından daha uzun zaman alır. Ayrıca, bu çocuklar, hangi sesin hangi harfe karşılık geldiğini bulmada ve sesleri/harfleri doğru olarak sıralamada da çok zorlanabilirler, bu nedenle, yanlış ve eksik yazma çok sık görülen hatalar arasında yer alır, örneğin "geliyorlarmış" sözcüğünü "geliyormus" şeklinde yazabilir. Öğrenme zorluğu olan çocuklar, yazım kurallarına ve noktalama işaretlerine de dikkat etmezler, kelimeleri, nokta ve virgül ile ayırmadan peşpeşe yazabilirler, hecelerin arasına boşluk bırakabilirler. "Alidisarıyatop oy namaya cıkmısti", tipik bir örnek olabilir. Sonuç olarak, bu çocuklar uzun yazılı ifadelerde pek başarılı değillerdir, çok kısa yazılar yazmayı tercih ederler.

2. Gelişimsel Aritmetik Bozukluğu (Diskalkuli): Bu çocukların konuşmaları genelde akıcıdır ve görsel hafızaları da iyidir. Ancak bu çocuklar, zaman ve yön ile ilgili soyut kavramlarda zorlanabilirler; örneğin dün-bugün-yarın kavramları onlar açısından güçlük yaratan kavramlardır; sıralamada başarılı değillerdir, örneğin olayları anlatırken hangisinin önce hangisinin sonra geldiğini söyleyemezler, işlerini sıraya koyamazlar; zamanlamada da zorlanırlar, bir işin ne kadar zaman alacağını kestiremezler. Bu çocukların isim hafızaları zayıftır. Zihinden işlem yapmakta, para hesabında zorlanırlar. Aritmetik/matematik alanlarında zorlanan çocuklar, işlemlerin kurallarını unutabilirler, eldeleri unutabilirler, toplama diye başlayıp çıkarma ile devam edebilirler. Çarpım tablosunu akıllarında tutmak, matematik problemlerini çözmek için belli stratejiler geliştirmek de bu çocuklar için zordur.

3. Sözel Olmayan (Non-Verbal) Öğrenme Zorluğu: Bu, öğrenme zorluğu ile bağlantılı olarak tanımlanan daha yeni bir alandır. Bu çocukların özellikle motor beceri, görsel-mekansal organizasyon ve sosyal becerilerde zorluk yaşadıklarını belirtmek gerekir. Sporda, bedenini kullanmada zorlanma, mekan içinde yönünü bulamama, sağını-solunu öğrenememe, sayfayı iyi kullanamama, insanların beden dilini anlamada zorlanma bu zorluğu yaşayan çocukların tipik özellikleri arasında yer alır.

Disleksi Hangi Yaşlarda Anlaşılabilir ve Kesin Tanısı Nasıl Konur?

 Okul döneminde "öğrenme zorluğu" tanısı alan çocukların okul öncesi dönemde bir takım belirgin özellikleri olduğu artık fark edilmiş olsa da, kesin tanıyı koymak için, çocuğun ilkokula başlamasını beklemek gerekir. Okul öncesi dönemde, dikkat çekebilecek bazı noktalar şunlardır:

 * Çocuğun emeklemeyi geç öğrenmesi ve emeklerken vücudunu uyumlu bir şekilde hareket ettirememesi
 * Çocuğun konuşmayı geç öğrenmesi, cümle kurmakta yaşıtlarından geç kalması, bazı sözcükleri doğru telaffuz etmede yaşıtlarına göre zorluk çekmesi
 * Çocuğun kavram öğrenmekte zorlanması, örneğin renk, sayı,şekil, zaman kavramları
* Çocuğun uzun süre el tercihinin oluşmaması, kalemi tutmada zorlanması
* Çocuğun, yaşıtları dinleyebildiği halde bir öykü kitabını sonuna kadar dinleyememesi, dinlediklerini anlatamaması
* Çocuğun, hazırlık sınıfında yapılan çizgi çalışmalarından kaçınması

Öğrenme zorluğu tanısı koymak için, öncelikle çocuğun duyu organlarının normal olduğundan, çocuğun yoğun duygusal problemler yaşamadığından, çevreden yeterli uyaran aldığından ve zekasının normal olduğundan emin olmak gerekir. Çocuk, öğrenme için hiçbir engeli olmadığı halde, sınıfından beklenen düzeyde öğrenmekte zorlanıyorsa, öncelikle bir uzmana başvurmalıdır. Bu uzman, bir çocuk psikoloğu veya çocuk psikiyatristi olabilir; uzmanlar arsındaki işbirliği de tanının kesinliği açısından önemlidir. Aileyle yapılan kapsamlı bir öngörüşme, bu konuya yönelik testler, çocuğun okuma, yazma ve matematik alanlardaki düzeyi incelenmek yoluyla, çocuğun öğrenme zorluğu tanısı almak için belirtilen özelliklere sahip olup olmadığı anlaşılır.

Tedavi ya da Terapi ile Disleksinin Tamamen Ortadan Kalkması Mümkün müdür?

 Öğrenme zorluğu yapısal bir zorluk olduğu için, diğer bir deyişle çocuk bu özellikle dünyaya geldiği için, bu zorluğun bütünüyle ortadan kalkması mümkün değildir. Bu zorlukla baş etmek için en etkili yöntem, çocuğun bir uzman tarafından zorlandığı alanların geliştirilmesi ve öğrenme için gerekli bütün alanların bir arada kullanılmasını sağlamak amacıyla bir özel eğitim programına alınmasıdır. Bu çerçevede yapılan çalışmalar sonucu, çocuğun öğrenme kalitesi ve hızı artar, bu da çocuğun motivasyonunu artırır. Çocuk, zaman içinde, kendi açısından en verimli öğrenme ve ders çalışma yolunu keşfetmeye başlar. Sonuç olarak, söz konusu olan, çocuğun sorunun geçmesi değil, çocuğun ve çevresindeki kişilerin bu sorunla baş etmeyi öğrenmeleridir.

Disleksi Sorunu Olan Bir Çocuğa Ailede ve Okulda Yaklaşım Ne Olmalıdır?

 Öğrenme zorluğu tanısı almış bir çocuğun ailesinin ve öğretmenlerinin öncelikle, çocuğun davranışlarına ve tepkilerine bakış açılarını değiştirmeleri gerekir. Çocuğun, sanki istese yapacakmış gibi algılanması yerine, başarmak için kendini çok zorlaması gerektiği ve bunun çocuk açısından çok da keyif verici bir durum olmadığının bilinmesi önemlidir, bir başka deyişle çocuk "yapmıyor" değil, "yapamıyor"dur. Bunun dışında dikkat edilmesi gereken noktalar şu şekilde sıralanabilir:

 * Çocuğun ev ve okuldaki çalışma ortamı dikkatini en az dağıtacak şekilde ayarlanmalıdır. Çocuğa belirli bir çalışma mekanı sağlanmalı, günlük düzen ve öğrencilerden beklenenler, kısa ifadelerle ve sık aralıklarla öğrenciye iletilmelidir.
 * Özellikle küçük sınıflarda, bir yetişkin çocuğun çalışmalarını yapıp yapmadığını denetlemeli, çocuğun kendi sorumluluğunu tümüyle üstlenmesi daha üst sınıflara bırakılmalıdır.
 * Çocuğun daha rahat öğrenebilmesi için birden fazla algı kanalının kullanılması önemlidir. Sadece dinlemek değil, o konuyla ilgili bir film izlemek, bir yeri ziyaret etmek, bir deney yapmak, çocuğun daha rahat öğrenmesini sağlar. Bu süreç içersinde, çocuğa sıkça sorular sorulması, gelinen aşamayı, bir yetişkinin yardımıyla özetlemesi çok yararlı olacaktır. Bu bağlamda, çocuğun öğrenmesi gereken konuları, bir banda okumak ve çocuğun aynı konuyu bu bant eşliğinde okuması onun öğrenmesini kolaylaştıracaktır.
 * Çocuğun, evde ödevleri için ayırdığı bir zaman dilimi mutlaka olmalıdır. Çocuk, çalışmaya başlamadan önce, o zamanı nasıl kullanacağı, hangi işe ne kadar zaman ayıracağı çocukla birlikte planlanmalı ve çocuğun bu plana ne kadar uyabildiği, yine kendisiyle birlikte değerlendirilmelidir.
 * Çocuğa verilecek yönergeler kısa olmalı, çocuğun yönergenin verilen bölümünü kavradığından emin olduktan sonra diğer bölümleri verilmelidir.
 * Çocukla, bir öykünün sonunu tamamlama, benzer özellikte sözcükler bulma, sözcük bulmacaları oynamak onun sözel becerilerini arttıracaktır.
 * Bu çocuklar, okuma ve yazmada zorluk çektikleri için, bu konulara doğrudan yaklaşmak onlara çok da cazip gelmez. Sevdikleri konularla ilgili dergiler okumak, çizgi romanlar, bir yemek tarifine göre yemek yapmak, bu becerileri kullanmayı daha hoş hale getiren yöntemler olabilir.

Öğrenme Türleri

Çocuklar öğrenme kapasitelerinde farklı oldukları gibi, nasıl öğrendiklerinde de farklılıklar gösterirler. Bu kabul, sınıf içi eğitim konusunda çok önemli imâlar içermektedir.

 Dr Rita Dunn öğrenme türlerinin biyolojik ve gelişimsel boyutta kişisel özelliklere sahip olduğunu ve bu nedenle bir öğretim yönteminin bazı öğrenciler için etkiliyken, diğerleri için etkili olmadığını öne sürmekte ve her insanın imzası kadar kişisel bir öğrenme türüne sahip olduğunu öne sürmektedir.

 Öğrenme türü yaklaşımı kabul edildiği anda, her öğrencinin kendi güçlü olduğu yolla becerilerini geliştirmesine yardım edecek bir öğretim yaklaşımını da kabul etmek gerekmektedir.

 Duyusal Tercihler Öğrenme türleri ile ilgili en önemli kavram, öğrencilerin duyusal tercihlere sahip olduğu ve bu tercihlerin öğrenmelerini nasıl etkilediğidir.

 Duyusal tercihler;
 görsel,
 işitsel,
 devin duyusal ve
 dokunma
 olarak adlandırılmaktadır.

 Basit bir örnekle,
 görsel öğrenciler yeni bir bilgiyi en iyi görerek öğrenirler ve öğretmenin bir konuyu sözlü olarak açıklaması yerine göstermesini tercih ederler. Bu tür öğrencilerin bazen sözlü talimatları dikkate almadıkları görülmektedir.

İşitsel öğrenciler ise tam tersine sözlü açıklamaya gereksinim duyarlar.
 Dokunma tercihli öğrenciler materyali elleri ile dokunarak en iyi öğrenirlerken,
 devin duyusal öğrenciler tüm vücutlarını kullanabildikleri, mim, drama, alan gezisi gibi yöntemlerle en iyi öğrenmektedirler.

Diğer Bireysel Tercihler 
 Duyusal tercihler öğrenme türlerinin sadece bir boyutudur.
 Dunn ve diğer araştırmacılar,
 ses düzeyi,
ışık düzeyi,
ısı,
oturma düzeni,
 hareketlilik,
 grubun büyüklüğü,
 öğrenme etkinliğinin türü;
 öğrenmeye konsantrasyon sırasında yeme-içme gereksinimi ve
 kronobiyolojik (zaman tercihleri) gibi başka etkenler bulmuşlardır.

 Dahası öğrenme türleri ile beynin sağ sol yarım küresinin fonksiyonları arasında bağlantılar olduğu görülmektedir.

Örneğin,
 beyninin sol yarımküresi fonksiyonlarını ağırlıklı olarak kullanan (analitik/tümevarımcı) kişilerin küçük adımlarla anlama ulaştığı ve daha başarılı öğrendiği;

 beyninin sağ yarımküresini kullanan (bütünsel/ tümden-gelimci) kişilerin ise kavramın bütününden anlama ulaştığı ve daha sonra ayrıntılara odaklandığı belirlenmiştir.

 Beynin sağ ve sol yarımküreleri üzerine yapılan bu araştırma bazı ilginç bulguları ortaya çıkarmıştır.

 Örneğin,
 sebatkar olarak nitelenen öğrenciler genellikle sol beyinlerini kullanmaktadırlar.
 Üstün ve çok üstün zekalı çocuklar daha çok sağ beyinlerini kullanmakta bu tür zeki çocuklar ve diğer sağ beyin kullanıcısı çocuklar yapılardan, kalıplardan hoşlanmamakta ve akranları ile birlikte daha iyi güdülenmektedirler.

 Sol beyin kullanıcısı çocuklar geleneksel düzendeki sınıfları, yapı ve kalıpları, görsel materyalleri, devin duyusal ya da dokunma duyusuna hitap eden kaynaklara tercih etmektedirler.

 Yine ilginç bir şekilde bu özellikler, yaş gurupları, beceri gurupları, kültür gurupları, hatta anne, baba ve kardeşlerde bile benzer olmaktan çok farklı olma eğilimindedir.

 Öğrenme türleri ile ilgili araştırmalar küçük guruplarla öğrenmenin etkililiğini de vurgulamaktadır.

 Üstün zekalı çocuklar hariç, 3-8 sınıf öğrencilerinin iyi düzenlenmiş küçük guruplarda, yalnız ya da öğretmenle birlikte çalışırken de daha iyi öğrenmektedirler.

 Bunların dışında öğrencilerin konsantrasyon için farklı yeme/içme tercihleri vardır. Yetişkin olarak kendi bilişsel etkinliklerimize göz atacak olursak bizim de konsantrasyon için atıştırmak ya da bir şeyler yiyip/içmek gibi tercihlerimiz olduğunu fark ederiz.

 Yapılan araştırmalar eğitimcilerin, bazı yanlış kanaatlara sahip olduklarını göstermiş, şimdi de bunları inceleyelim.

Yanlış inanışlar 
 Öğrenme türleri konusunda yapılan araştırmalarda eğitimcilerin bazı yanlış inançlara sahip oldukları ortaya çıkmıştır:

Bunların en yaygın olanları şu şekilde sıralanabilir:
 1. Fiziksel etkinlikler öğrenmeyi engeller.
 2. Çocuklar sabah saatlerinde öğrenmeye karşı uyarılmış durumdadır.
 3. "Sınıflar iyi aydınlatılmış, hafif serin, gürültü ve hareketliliğin kesin bir şekilde engellendiği sessiz bir ortama sahip olmalıdırlar."

 Bu yargıları sırasıyla inceleyelim.
 1- Fiziksel etkinlikler öğrenmeyi engeller.
 Sıralarında oturmayan, kalemlerini ya da ayaklarını yere vuran, sürekli hareket halindeki çocuklar tipik hiperaktif ya da öğrenmeye konsantre olamayan çocuklar olarak nitelendirilirler. Fakat psikologlar bu şekilde itham edilen çocuklardan çoğunun klinik anlamda hiperaktif olmadıklarını, normal ve sadece hareket etme gereksinimleri olduğunu belirtmektedirler.

 Sınıfta derse karşı en ilgisiz olan çocukların en çok hareket etmeye gereksinim duyan çocuklar olduğu tespit edilmiştir. Bu çocukları sınıfta, en az edilgenlik gerektiren etkinliklerde görevlendirmek olumlu sonuçlar vermektedir.

 2- Çocuklar sabah saatlerinde öğrenmeye karşı uyarılmış durumdadır. Yapılan bir araştırmanın şaşırtıcı bulgularına göre öğrencilerin büyük bir çoğunluğu "sabahları daha uyarılmış" değildir:

 Tersine sabahın geç saatlerinde ya da öğlen saatlerine doğru daha kolay konsantre olmaktadırlar.

 Öğretmenlerin çoğunluğu önemli ve ciddi öğrenme ya da öğretme etkinliklerinin öğlen yemeklerinden önce yapılması gerektiğine inanmaktadırlar.
 Oysa yapılan araştırmada bir milyon öğrencinin yalnız üçte biri sabah saatlerini tercih etmiştir.

 3- "Sınıflar iyi aydınlatılmış, hafif serin, gürültü ve hareketliliğin kesin bir şekilde engellendiği sessiz bir ortama sahip olmalıdırlar."

 Öğretmenlerin çoğu
 çiklet çiğnemek,
 ayak vurmak ve benzeri can sıkıcı gürültü ve hareketlere izin vermezler.

 Gerçekte bu tür davranışlarda bulunan çocukların konsantre olabilmek için bunlara gereksinimi vardır.

 Erken ergenlik dönemindeki çocuklar çalışmak için ses ya da fon gürültülerine gereksinim duyarlar.

 Küçük çocuklar büyüklere göre daha az aydınlık ortamlarda daha rahat ederler.

 Bütün Bunlar Ne Anlama Geliyor?
 Yapılan araştırma göstermiştir ki,
 öğretim öğrencinin sosyal,
 duyusal,
 çevresel,
 beyin küresel tercihleri ile
 hareket gereksinimi ya da
 öğrenmenin günün hangi saatinde gerçekleştiği gibi etkenler ile örtüşmesi halinde başarı artmakta, davranış gelişmektedir.

 Öğretmenlerin de öğrenme türleri vardır ve içgüdüsel olarak bazı öğrenciler ile diğerlerinden daha kolay çalışırlar. Bunun nedeni öğretmen ve öğrencinin öğrenme türünün birbirine benzemesidir.

İdeal eğitimde hedef, okuldaki her öğrenci için bir öğrenme türü profili çıkarılıp, buna uygun öğrenme ortamları ve yaşantıları sunulmasıdır.

 Fakat o zamana kadar öğretmenler bazı önemli değişiklikler yapabilirler.

Öncelikle öğretmenler
 bir öğretme türünün diğerine göre üstün ya da zayıf olmadığı, sadece farklı olduğu anlayışını benimsemelidirler.

 Her öğrenme türü benzer zeka sınırlarını temsil etmektedir.

 Öğrenme türlerinin bazı unsurları deneyim yoluyla geliştirilirken, çoğu unsur doğal ve biyolojiktir ve değişime direnç gösterir.

 Bu nedenle çocukların kendi öğrenme türlerini öğretmenin öğrenme türüne uydurmasını beklemek anlamsız ve verimsiz bir beklenti olacaktır.

 Dunn ve diğer araştırmacılar öğrenme türleri açısından farklı kültürler arasında, aynı kültürün bireyleri arasında, dahası çekirdek aile bireyleri arasında bile farklılıklar olduğunu bulmuşlardır.

 Öğretmenler bir kez bu farklılıkları anladıklarında buna uygun çözümleri geliştirebilirler.

 Başarı düzeyleri düşük ya da yanlış davranışlar gösteren çocukların çoğunda bu durumun, gerçekte öğretmenin öğrenme türünden duydukları fiziksel rahatsızlıktan kaynaklandığı ortaya çıkmıştır.

 Daha sonra öğretmenler derslerini çok çeşitli öğretme stratejileri, etkinlikleri ve yaşantıları ile şekillendirmelidirler.

Farklı gurup seçenekleri,
 hareket etmeye fırsat verme,
 öğretim materyalleri ile etkileşim (örneğin öğrenme merkezleri düzenleme),
 yapılandırılmış ve yapılandırılmamış etkinlikler,
 sözlü açıklamalar,
 görsel kaynaklar
 bu çeşitlilik yaklaşımı için örnek olarak verilebilir.

 Son olarak öğretmenler sınıflarını değişik ışıklandırma ve ses ortamları, oturma düzenleri açısından gözden geçirip yeniden düzenleyebilirler. Böylece öğrencilere bulunmak istedikleri yere göre farklı seçenekler sunmuş olurlar.

 Rahat ve şirin bir okuma köşesi düzenlenebilir.
 Daha yumuşak bir ışıklandırma,
 rahat minderlerden oluşmuş oturma yerleri ve
 bazen hafif bir müzik bu köşenin ana teması olabilir.
 Sıcaklık ayarlamaları çocukların kendi tercihlerine göre giysi seçmeleri yoluyla yapılabilir.

 Yine çocukların konsantrasyon için yeme içme tercihlerine göre çerez türü atıştırma, su içme, çiklet çiğneme gibi seçeneklere izin verilebilir...

 Öğrencilere öğrenme türleri hakkında bilgi vererek ve kendi öğrenme türlerini belirlemelerine yardımcı olarak öğretmen seçtiği etkinlikleri (deneyimleriyle) daha anlamlı kılabilir.

 Çeşitlilik!
 Çeşitlilik yaşamın tuzu biberidir, ama her öğrencinin kendine özgü öğrenme türleri ve gereksinimleri açısından yaklaşıldığında yaşamsal önemi olan bir besindir.

Boy Kısalığının Nedenleri

Boy kısalığı sorunu anne karnında başlar. Yeterli beslenemeyen anne adayları bebeğin de gelişimini olumsuz etkiler. Doğumdan sonra ise bebeğin dengeli beslenmemesi, sevgi ortamında bulunmaması boy kısalığını etkileyen faktörlerdendir. Büyüme hormonlarındaki eksiklik de boy kısalığının en önemli sebebini oluşturur. Bebeğin gelişimi ve boyu doktor tarafından düzenli takip altında olmalıdır.

 Çocuklarda büyüme ve gelişme her yaş grubunda, kız ve erkek cinsiyette farklılıklar gösterir. Büyüme geriliği, çocuğun kendi yaş ve cinsiyetine uygun büyümeyi göstermemesi olarak tanımlanabilir.

Büyüme geriliğinin nedenleri nelerdir?

 Annenin sağlık durumu, beslenmesi, hastalıkları, doğumdan sonra ise büyümeyi etkileyen faktörler etkilidir. Doğumdan sonraki ilk 2 yaşta çocuğun dengeli beslenmesi, hastalıklardan korunması ve sevgi ortamında büyütülmesi de çok önemlidir. Bununla birlikte büyümeyi sağlayan birtakım hormonlar vardır ki; bunların en önemlisi büyüme hormonu dur.

Büyüme nasıl takip edilir? Standart değerler nelerdir?

 Büyümenin değerlendirilmesinde, yalnızca boyun ölçülmesi yeterli değildir. Boy uzunluğu ve boy uzama hızı, vücut ağırlığı ve ağırlık artış hızı, baş çevresi ve baş çevresindeki artış hızı ve vücut bölümlerinin birbirlerine oranı bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Her çocuğun anne ve baba boylarına göre genetik potansiyeli değerlendirilmeli, ülkeler arasındaki farklılıklar unutulmamalı.

Büyüme hormonu eksikliği teşhisi nasıl konulur?

 Anormal boy kısalığı olan ve boy uzaması yaşına ve cinsiyetine göre geri olan çocuklarda, mevcut durumu açıklayacak bir hastalığı yoksa (böbrek, kalp, karaciğer hastalığı gibi) büyüme hormon eksikliği akla gelmelidir. Tanıyı kesinleştirmek amacı ile bazı özel testler yapılarak; büyüme hormonu ve büyüme faktörlerinin serumdaki düzeylerine bakılmalı, hormon eksikliği tespit edilmişse tedaviye başlanmalıdır.

Beslenmeden kaynaklanan sorunlar var mıdır?

 Sosyoekonomik düzeyi iyi olan ülkelerde beslenme bozukluğuna bağlı büyüme gerilikleri çok az görülürken, ülkemizdeki büyüme geriliklerinin önemli bir kısmı beslenme yetersizlikleri sonucu ortaya çıkmaktadır.

Hamilelikte sigara ve alkol kullanımının etkisi var mıdır?

 Sigara ve alkol kullanımı, bebeği etkiler. Bu bebeklerin maalesef, yüzde 10-15 kadarı normal büyümeyi yakalayamaz. Yaşamlarında; şişmanlık, erken kıllanma, şeker hastalığı, tansiyon yükselmesi gibi ek birtakım riskler de oluşur.

Büyüme geriliği tedavisi ne kadar süre uygulanabilir?

 Tedavi olan kızlarda, boy 1.55 cm, erkeklerde ise 1.65 cm ye ulaşınca yasal zorunluluk gereği tedavi sonlandırılır.

Alkolün Zararları

Merkezi sinir sistemini baskılayan etil alkol sizi gevşetir ve beyindeki kontrol merkezlerini de baskıladığı için kendinizi kontrol etme yeteneğiniz azalır. Ne kadar çok içerseniz o kadar sakinleşirsiniz. Fazla alkol alırsanız konuşmanız ve kaslarınız arasındaki bütünlük bozulabilir. Aşırı miktarda alınan alkol uykuya ve bazı durumlarda beyindeki yaşamsal merkezleri ileri derecede baskılayarak, yaşamı tehdit eden bir komaya neden olabilir.

 Alkolün büyük bölümü ince barsaktan emilse de ağız,yemek borusu ve midede de az miktarda emilebilir. ince barsaktan emilen alkol miktarı çeşitli faktörlere bağlıdır. Eğer mideniz boşsa alkolün büyük bir bölümü hızla emilerek kana geçer. Mide ve ince barsakta, özellikle büyük parçalı ve yağlı besinlerin bulunması midenen boşalmasını ve böylece alkolün emilmesjini yavaşlatır.

 Alkol kana geçtiğinde hızla bütün vücuda dağılarak, hücre içi de dahil su bulunan her yere taşınır. Alkolün zehirleyici etkisinden bu dağılım sorumludur. Alkol, hamile kadınlarda bebeğe ve emziren kadınlarda anne sütüne geçer.

 Alkol hemen hemen tümüyle vücudumuzda yakıt olarak kullanılsa da az miktarda idrar ve solunum yoluyla da atılır. Dışarı verdiğimiz nefesteki alkolü ölçerek vücudunuzdaki miktarını belirleyen testler vardır. Nefesteki alkol düzeyi ile kandaki alkol yoğunluğu arasında bir para lellik vardır.

 Nefesinizin alkol kokması hem çok az kokusu olan alkolden hem de içkinin diğer bölümlerinin vücutta parçalanmasından (metabolizma) kaynaklanır, içki birbirlerinden farklı nefes kokularına neden olur. örneğin biranın nefeste oluşturduğu koku viskininkinden farklıdır. Cin ve votkanın kokusunu almak daha zordur.

 Alkol bir anestezik (narkozda kullanılan maddeler) gibi beyin fonksiyonunu gittikçe artarak baskılar. Alkol içerken ilk önce düşünme, duygıu ve muhakeme alanları etkilenir, içmeye devam ettikçe beyindeki hareket kontrol alanları d.a etkilenerek konuşma ve denge bozuklug;u oluşur ve tepkiler yavaşlar.

 Alkol periferik kan damarlarını (deriye en yakın olanlar) genişleterek başlangıçta bir sıcaklık, duygusu yaratır. Nabzınız hızlanır ve artmış sıvı alımı ve alkolün böbrekler üzerindeki idrar îöktürücü etkisiyle daha fazla idrar yapılır. Alkol midede asit salgılanmasını da arttırır.

 Vücudunuz alkolü diğer besinleri kullandığı gibi kullanır. Enerji sağlamak için alkol karaciğerde: yakılır. Bir gram alkol yakıldığında 7 kalori olluşur. Alkol yüzdesi 2 olan 120 mi şarap, 360 ITII bira veya alkol derecesi (proof) 100 olan 30 mi içki sadece alkol içerikleriyle yaklaşık 8O kalori verir. Bira ve tatlı şarabın şeker ve karbonhitrat içerikleri ek kalori verir.

 Vitamin, mineral veya protein gibi önemli besin maddelerini içermediği için alkolün besin değe ri çok azdır. Kronik (uzun süreli) alkoliklerin bı eşlenmesi çoğu kez yetersizdir. En sık tiamin (B1 vitamini), riboflavin (B2 vitamini), niasin, Folik asit, pridoksin (B6 vitamini), magnezyum,, potasyum ve çinko yetersizliği görülür.

 Doktorlar bir zamanlar uzun süreli alkol kullananlarda sık görülen karaciğer hasarının (karaciğer yağlanması ve siroz) nedeninin alkolün beslenme üzerindeki etkisi olduğunu düşünüyorlardı. (Karaciğer büyümesi ve siroz bölümlerine bakınız). Ancak bugün alkolün zehirleyici etkisinin doğrudan karaciğeri harap edebileceği bilinmektedir.

Avcı ile Serçe

Avcının biri bir gün bir serçe avlar, serçe dile gelerek avcıya "Bana ne yapmayı düşünüyorsun" diye sorar, avcı serçeye "seni kesip yiyeceğim" cevabını verir.

 Bunun üzerine serçe avcıya "vallah,, benim etim ne kahvaltılık olur, ne de karın doyurur. Fakat eğer beni salıverecek olursan sana üç şey öğretirim, onlar etimi yemekten daha çok işine yarar. Kabul edersen bu üç şeyin ilkini şimdi elinde iken, ikincisini elinden uçup karşıdaki ağaca konunca üçüncüsünü de ağaçtan uçup önümüzdeki tepeye varınca söyleyeceğim" der.

 Kuşun teklifine avcının aklı yatar, onu salıvermeye karar verir, "öğreteceğin ilk şeyi söyle bakalım" der. bunun üzerine kuş avcıya "elinden kaçan fırsatlar için hayıflanma" der. Avcı kuşu salıverir. Uçup karşı ağacın bir dalına konunca da ikinci şeyi öğretmek üzere "olmayacak şeye inanma" der. Bu sözlerden sonra kanatlanan kuş avcının önündeki bir tepeye varıp konar, oradan avcıya şöyle der. Ey Bedbaht adam:"Eğer beni kesmiş olsaydın kursağımdan her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci çıkaracaktın" der.
 Bu sözleri duyan avcı kaçırdığı fırsat karşısında hayıflanarak dudaklarını ısırır. Artık elinden bir şey gelmeyeceği için kuşa "üçüncüyü söyle" der.

 Kuş avcıya "Sen ilk iki nasihatimi unuttun üçüncüsünü sana nasıl söyleyeyim ben sana -kaçırdığın fırsatlar için hayıflanma- demedim mi? Oysa sen daha az önce beni elinden kaçırdın diye hayıflanıverdin. -Yine ben sana “olmayacak şeye inanma- demedim mi? Benim etim, kanım ve tüylerimin hepsi tartılsa yirmi miskal çekmez, kursağımda her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci nasıl olabilir?" der. ve uçup gözden kaybolur.

 Bu hikayenin özü şudur: İnsanoğlu, kendisini aşırı tamahkarlığa kaptırınca basireti kapanarak gerçeği idrak edemez oluyor ve olmayacak şeyi olabilir gibi görüyor.

Gök bilimine Meraklı Padişah

Bundan yıllarca önce gökbilimine meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış. Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış.

Günlerden bir gün, Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendinin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır:

- Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri,durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun, diye emretmiş.

Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahından izin almış, yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendinin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı çok meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah, heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş. Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş.

Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin çok üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Ellerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah, gaflet uykusundan uyanamamış.Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş.Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendinin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş.

Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ve iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş, koyu sohbet başlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş, dolaşmış, yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış. Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş.

Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi:

- İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir.Zaten zar zor geçinen halktan alınan vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş... demiş.

Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adamı da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş. Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş:

- Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek? demiş.

Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette:

- Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre. Bir devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmesi gerektir. Zamana ihtiyaç vardır, demiş.

Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Padişah durgunlaşmış.

- Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?

- Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahına gönderilirmiş.

Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü, Acem Şahına gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendinin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş..

Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah, sadece halkının mutluluğu için çalışmış.

Kral ve Arkadaşı

Bir zamanlar Afrika´´daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
 Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
 "Bunda da bir hayır var!"
 Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
 "Bunda da bir hayır var!"
 Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
 "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
 Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
 Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
 "Haklıymışsın!" dedi.
 "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi."
 "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
 "Bunda da bir hayır var."
 "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
 "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
 "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene!!!..."

Hurma Ağacı ve Yaşlı dede

Peygamber Efendimiz dönemimde çok zengin bir adam Medineye geliyor. Peygamber efendimiz onu karşılıyor hoş sohbet muhabbet felan ediyorlar; daha sonra Peygamebr efendimiz Gezmek istemezmisinz şehrimizi diyor ve Vezirini alıyor gidiyor gezmeye başlıyor;
 Yolda bir Mü'min görüyor Hurma ağacı dikmeye çalısıyor 80 - 90 yaşlarında biri O adam gelir ve sorar;

- Ey dede Bu hurma ağacı ne zaman meyvesini verir ? der
- Yıllar sonra
- Ee.. peki senin ömrün ne kadar ? demiş. Bur hurmanın meyvelerini göremessin dmiş.
Yaşlı dede;
-Bizden öncekiler dikmiş, biz meyvesini yedik.Bende dikeyimki bizden sonrakiler yesin, demiş.
Adam şaşkınlık içinde;
- Bu nasıl bir adam, nasıl bir düşünce deyip Vezirine
- Bir kese altın ver dedeme demiş.
Dede şaşırmıs
- Allahım, ben ağacımı diktim kaç yıl sonra veren meyve bana anında verdi, demiş
Adam şaşırarak;
- Bu nasıl bir adam, bir kese altın daha ver demiş. Vezirine.
 Daha sonra adam;
 Hadi, hadi bir an önce gidelim bu dede bizim serveti bitirecek yoksa. Demiş.

Ateşe Düşen Gülün Çığlığı

Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti, hemde uğrunda ölecek kadar çok... Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle sevmişti… Hep "Ya" diye kaygılar taşıyarak içinden ve o “Ya” ları düşündükçe kanı çekilirdi damarlarından Kezban’ın.

 Ölmeyi çokça geçirmişti içinden, oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı, kocasını ve kızını. Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı.

Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin!” diyordu. . “Hadi be kızım sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur?”
Nasıl ölsün? Yaşamak güzel, yaşamak kutsal. Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu?” diye.

İlk önce çözümlerin içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması, bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması gerektiğine inanıyordu.

 Sadece bunun için dua ediyordu. Ölümü son çare olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu. Korkularının ördüğü setleri devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için bir devrim olacaktı. Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu , bunun tek umut ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendini. Bu yüzdendir ki dayanılması güç bir hayata dayanıyordu Kezban.

 Hayâller kuruyor Kezban. Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre’’... Uyuya kalıyor Kezban. Dudaklarında sayıklamalar...

 Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün utançtan biraz daha kahroluyordu. Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı, sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile, arkasından ona pezevenk, piç babası demelerine bile aldırmıyordu. Namusunu temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu. “eşimin ve o günahsız yavrunun suçu nedirki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz?” deyip tüm çevresini ret ediyordu. Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve dünya görüşüyle de çatışıyordu...

 Bütün çevre “namusunu temizlemezsen senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye açık açık tehtit ediyorlardı. Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri zihniyetli tehtitlere aldırmıyordu...

 Kocası çoğu zaman çektiği acıları bildiği için Kezban’a, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz, dokunana dünyayı dar ederim’ biraz daha sabır’’ diyordu. ”Karkolda gözaltı sürem bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz İstanbul’a. Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmiyeceği bir yere yerleşiriz...” deyip teselli ediyordu Kezban’ı...

Kocası öğretmendi 1980 li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanp içeri atılmıştı. Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip Kezban’ın ırzına geçip kaçmışlardı. Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı. Nihayet altı aylık hamile olduğu anlaşılınca saklaması olanaksızlaşmıştı. Sonunda çareyi ailesine açılmakta bulmuştu.
 Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu.

 Kocası hapisten çıktığında ise Kezban’ın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi. Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından.. Zaten törelere göre doğal olanı da buydu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı...

Acılarla geçen her gün biraz daha acı veriyordu. Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini, hayatını çekip götürüyordu Kezban’ın... Karanlıklardan hep korkardı Kezban, kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin korkusunu hep yaşıyordu. En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği....

“Ah zavallı yavrum” diyordu. “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece. Bilir mi neden bu kadar korktuğumu?. İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki uçurumu, katran karası geceleri. Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile kapattığım duygularımı…”

Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta bile değildi artık. Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir destekti.... Özlem, sevgi, şevkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği, herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi...

 Durmadan bir nehir akıyordu düşlerinde Kezban’ın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı olup. Alıp götürüyordu ömrünü seller gibi her defasında...
 Issızdı, şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar?... Bütün bunlara bir cevap arıyordu ama bulamıyordu...

 Ne zaman dalıp gitse boğazı düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri. Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye, çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu kulaklarına. İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi anımsasa. Ne zaman anımsasa çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep.

 Yorgun düştüğü zamanlar olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir yanda kızı, diğer yanda kocası. Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık. Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri?
“İlk baharın kısa ömürlü çiçeği olsa, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini. İnsan gitti mi bir daha gelmez. “ diyordu kendi kendine...

 Güneşli bir bahar günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu.
 Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti. Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti güneşin. Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdıki, Yine de yüreğindeki acıyı haifletmiyordu bütün bu güzellikler....

 Çevre hep rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü. Kuşlar cıvıl cıvıldı. Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu… Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el ediyorlardı sanki onlara … Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı. Bir kızına baktı, bir güle, bir de çağlayarak akıp giden suya….
Saçlarına taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının.
 Kızı, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu. “Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini. Acılarla geçen her günün neler koparıp götürdüğünü ömründen...” diye söyleniyordu kendi kendine Kezban...

 Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin, henüz çok küçüksün, diyordu. “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu. Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak demektir bizim için. Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu….
Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım.
 Bu dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyorum da ölümün ne olduğunu bilmiyorum.”

Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettini anlıyordu yavaş yavaş.

Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı herşeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu. Yıllarca içine atıp sakladıkları dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda. Yüksek bir yere çıkıp avazı çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak , boşaltmak istiyordu. Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek istiyordu.

“Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin” diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi artık.

 Kızına baktı gözleri dolu dolu. “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kimbilir başına neler neler gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle...”

Sonra güneş ışıklarını serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı... Orada canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü... Kavuşmak istedi bir an önce, sarılmak istedi nehire... Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi... Sevişmek istedi nehirle... İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak istiyordu bir an önce düşlediği o yere...
 Sonra, çocukluğunda dinlediği bir hikaye takılıp kaldı usuna. Kızına anlattı dudakları titreyerek...


“Ateş bir gün suyu görmüş..yüce dağların ardında..sevdalanmış onun deli dalgalarına, hırçın,hırçın kayalara vuruşuna...Yüreğindeki duruluğu demiş ki suya;
 gel "Sevdalım ol" hayatıma anlam veren, mucizem ol... Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,"Al " demiş.."Yüreğim" sana armağan.. Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca.. Kopmamacasına.. zamanla Su; buhar olmaya, ateş kül olmaya başlamış ... Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı..!

Baştan alınlarına yazılmış olan kaderide, yüreğindeki kederide alıp gitmiş, uzak diyarlara su... Ateş kızmış, yakmış ormanları.. Aramış suyu diyarlar boyu... Geceler boyu...

 Gün gelmiş suya varmış yolu... Bakmış, o duru gözlerine suyun... Biraz kırgın... biraz hırçın... Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu.. Ama gitmenin, yitirmek olmadığını.. Ateş durmuş, susmuş öylece.. Sönmüş aşkıyla....

İşte o zamandan beridirki; ateş sudan, su ateşden kaçar olmuş... Ateşin yüreğini sadece Su...Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş..”


Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü nehire doğru.
 Kocası kitap okumaya dalmıştı. Hiç kimse farketmedi, hiç kimse görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında durdular. İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de. Ama hangi cesaretle. Bir an için düşündü, yüzme bilmiyordu. Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili… Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat...
 Yüzme bilmiyordu Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi..…

Durup yüreğini dinledi Kezban. Sanki akan nehirdi yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti yüreğinin. Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür gümbür akan nehirde buldu....

 Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden biribiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu biraraya biriktirmişti, birarada tutmuştu yıllar yılı. Ama artık hiç birini çekecek gücü bulamıyordu kendisinde...

 Sarıldı kızına sıkıca ve hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe. Bütün düşleri sahipsizdi artık... Darmadağın yüreğini topladı... Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı gözlerini... Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya…

Gün gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer. Yaşadıklarını da alır yanına kimi insan giderken. Elveda derken dünyaya.
 Tüm çabalarına rağmen yenilmişti işte hayata ve insanlara.

 Nehrin azgın dalgaları biribirine sarılı ana kızı birlikte sürükleyerek alıp götürüyordu... Akıntı zorluydu. Sadece akıntıya kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda. Kezban’ın, kızının saçlarına taktığı beyaz gül’ün çığlığı... Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su arasında... “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar...

 Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına atması çok sürmeyecekti. O düşledikleri eşsiz adaya götürüp bırakacaktı onları...

Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda arkalarından sadece bakakalmıştı... Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı bile...
” Kezban! Kezban! “ Ama iş işten geçmişti artık.
 Karısı ile kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının. Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti. Hem atlasa bile onlara yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı onlar...

 Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de. Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini. Kollarını kızının boynuna dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezban’ın... Akıntıya kapılmış gidiyorlardı...

‘’Kezban! Kezban! Geri dön!’’ ‘’Geri dön Kezban n’olur !’’
Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez duyabilirdi. Ama uzaklardaydı artık. Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk ezgisini dinliyordu...
 Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler gibiydi bu ezgi...

 Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar fışkırıyordu delicesine... Dalgalar azgınlaşıyordu git gide... Daha hızlı akmak, insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları... Aktı, ıssız ormanlar, boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına...

 Kezban’nın gözyaşları ufacık damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu. Kapladı yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken... Yaşam gizlenmiş acılar mıdır diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap alamadı...

Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı...
O da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu. Sonra dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu. Biribirine sarılı vaziyetde giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler. Tıpkı uykulu gibi. Su, yanaklarında şırıldıyordu...
 Gözlerini yummuştu ana kız. Tüy gibi hafiftiler. Bir daha hiç ayrılmayacaklardı. Anne kız birlikte düşlerdeki gibi almış başlarını gidiyorlardı.

El ele birbirine sarılarak atlamışlardı nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık. Beraber gideceklerdi gidecekleri yere. Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine tutunmak gibiydi..

 Birlikte yüzdüler, yüzdüler. Nehrin ezgili suları kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu.
 O güzel su, büyük nehrin akıntısı boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları...

Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…

Türklerin İslamiyeti Kabulü

Türkler tarihleri boyunca pek epey din ve inanış biçimini benimsemiştir.yalnız bu dinler içerisinde en epey Göktanrı ve İslamiyet yayılmıştır.1 toplumun sahip olduğu dini;sanatını,geleceğini,giyim kuşamını,ahlak yapısını,zevklerini,dilini ve ortak amaçlarını etkilemektedir.Bu nedenle din değiştirmek hayli zordur.8 yy. birlikte 12.yy arasında Türk toplumu tarihinin en köklü değişimini yaşamış,bu nedenle tarihçiler Türk tarihinin İslamiyet öncesi ve sonrası bi şekilde iki bölümde incelemişlerdir.

 Türk-Arap mücadeleleri Abbasiler döneminde şiddetini kaybetti.Çin ve Abbasi orduları arasında 751 yılında Talas savaşı Karluk Türklerinin Müslümanların yanında mekan almasından dolayı Abbasilerin üstünlüğü birlikte sonuçlandı.Bu savaştan sonraları Türk-Arap ilişkileri müspet yönde gelişti.Bu hadise Orta Asyanın kaderini değiştirirken,Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinde de etken oldu.Talas savaşında Çinlilere karşı Arapların yanında mekan alan Karluklar on.yydan itibaren kalabalık gruplar halinde İslamiyeti kabul ettiler.

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABUL ETME NEDENLERİ 

Türkler on.yy başlarından itibaren büyük kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar.Bunda Türklerin İslam öncesi inanışları birlikte İslamiyet arasında büyük benzerliklerin bulunması etken olmuştur.

TÜRKLERİ İSLAMİYETE GİRMEYE TEŞVİK EDEN FAKTÖRLER 

 1-Türkler diğer dinlere karşı engin 1 hoşgörüye sahipti.İslamiyet de 1 hoşgörü diniydi.

 2-Eski Türk dini birlikte İslamiyet arasındaki benzerlik:

 a-Tek tanrı inancı b-Ahiret inancı c-Hac ve kurban ibadetlerine eşdeğer ibadetlerin varlığı

3-Sosyolojik etmenler,aile kavramına verilen ehemmiyet,namus,temizliğe verilen ehemmiyet İslamiyetteki cihat ve gaza anlayışı birlikte Türk-Cihan hakimiyeti düşüncesinin benzerlik göstermesi.

 4-Ekonomik ve sebepler,eski Türk toplumunda sosyal sınıflar yoktu.İslam dininde de böyle 1 ayrımın yapılmaması,dolayısıyla bütün 2 düşüncede de halkın refah ve mutluluğunun gözetilmesi bulunur.

 5-Siyasi ve askeri tercih;8yyda Türk-Çin rekabeti hızla sürek etmekte,üstelik egemenlik yavaş yavaş Çinlilerin Türklerin elindeki Maverünnehiri de alarak egemenliği ele geçirmek istiyordu.Güneyde Arap yarımadasında ortaya çıkan İslam dinide büyük 1 hızla yayılarak Çinlilerle rakip olabilecek konuma gelmiştir.751de Çinlilerle Araplar arasında meydana gelen Talas savaşında Türkler İslam ordusu yanında Çinlilere karşı savaşmış ve büyük 1 zafer elde edilmiştir.Bu olaydan sonraları Türklerle Araplar arasındaki yakınlaşma hızlanıştır.

TALAS SAVAŞININ ÖNEMİ VE SONUÇLARI 

 1-Türk-Arap ilişkileri gelişti.Türklerin İslamiyete girişinde dönüm noktası oldu.

 2-Çinin Orta Asya üzerindeki emelleri sona erdi.hücum konumundan savunma konumuna geçtiler.

 3-Orta Asyanın Çinlileşmesi beklenirken Müslümanlılaşmasına sebep oldu.

 4-Yeni buluşlar ve teknik gelişmeler Çinlilerden Türklere,Türklerden Araplara mazi ve batıdaki gelişmelere zemin hazırlamıştır.

 5-Doğu ticaret yollarının denetimi Müslümanlara geçti.

 6-Karluklar 766da bağımsız devlet kurdular.

TÜRKLERİN İSLAMİYETE HİZMETLERİ 

Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri dünya tarihinin kritik olaylarından birisidir.Çünkü Türkler İslamiyetin korunup,geniş alanlara yayılmasında İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesinde kritik rol üstlendiler.Türkler özellikle Abbasilerden itibaren halifelik orduları içinde mekan aldılar.Bizans sınıfındaki Antep,Urfa,Tarsus gibi şehirlere yerleştirilmeleri birlikte İslam devletini Bizans tehlikesine karşı korudular.Türklerin yerleştirildiği bu hudut şehirlerine avasım adı verilirdi.Türkler için Bağdat yakınlarında askeri 1 kent olan Samarra kenti kurulmuştur.Türkler vakit vakit Abbasilere karşı başkaldırı ederek yönetimde bulundukları topraklarda kendi devletlerini kurdular.(Tolunoğuları,İhşitler)Oğuzların İslamiyeti kabul etmelerinden sonraları Büyük selçuklu devleti kuruldu.Bu devletin kuvvetli 1 İslam devleti haline gelmesi birlikte Türkler İslam dünyasının politik liderliğini ele geçirdiler.Müslüman Türk hükümdarlar,Abbasi halifelerini korudular.Tuğrul bey,Abbasi halifesini Şii Büveyhoğulları baskısından kurtardı.Abbasi halifesi bu yardımlarından dolayı Tuğrul beye doğunun ve batının sultanı ünvanını verdi.Bu durum,Türklerin İslam Dünyasında ulaştığı gücü en güzel biçimde açıklamaktadır.

İLK TÜRK İSLAM DEVLETLERİ 

1-TOLUNOĞULLARI(868-903) 

 Aslen dokuz oğuz Türklerinden olan Tolunoğlu Ahmet mısırda valiyken Abbasilere karşı bağımsızlığını duyuru ederek Tolunoğlulları devletini kurdu(868)Kendisine iyi 1 etraf edinen Tolunoğlu Ahmet düzenli 1 ordu oluşturmuş ve Mısır ekonomisini geliştirmek için çalışmıştır.Kuzeye doğru seferler yapmış,Suriye,Hatay ve Tarsusa kadar hakimiyetini genişletmiştir.Mısırda Türk İslam kültürünün yayılmasını sağlayan Tolunoğulları Abbasiler tarafından yıkılmıştır.O dönemden kalma en kritik yapıt Tol.Ahmet Camiidir.

 2-İHŞİTLER(935-969) 

 Tolunoğlu devleri yıkıldıktan sonraları Mısırda kurulan ikinci Türk devletidir.Bu devletin kurucusu olan Muhammed,Abbasilerin Suriye valisi iken 935de Mısır valiline atandı.Aslen Fengane Türklerinden olan Muhammede halife tarafından başarılı hizmetlerinden dolayı İhşid ünvanı verilmiştir.Bundan dolayı kurduğu devlete de ihşidler devleti denildi.Güneye doğru seferler yaparak Suriyenin tamamını ve hicaz bölgesini ele geçirdi.Şii Fatmileri tarafından 969da yıkıldılar.Mısırın ekonomik bakımdan yükselmesine ve Türk-İslam kültürünün yayılmasına sebep olmuşlardır.buna ilave olarak bölgede Hristiyanlarla savaşarak İslam devletinin savunuculuğunu da yapmışlardır.

 3-KARAHANLILAR(840-1212) 

-Karluk,yağma,çiğil Türkleri tarafından kurulmuştur.İlk Müslüman Türk devletidir.

-Kurucusu Bilge Kül Kadir Handır.

-Başkent Balasagundur.

-Korucular Karahan ünvanını kullandığı için devlete Karahanlılar adı verilmiştir.

-945te Satuk Buğra Han İslamiyeti resmi din bi şekilde kabul etmiştir.Kendisi de Abdül kerim ünvanını almıştır.

-Halkın tümü Türk,resmi dili Türkçedir.

 Karahanlılar,Samanoğullarına karşı Gaznelilerle birleşerek mücadele ettiler.999 yılında Samanoğullarına son verdiler.Maveraünnehri Karahanlılara,Horasan Gaznelilede kaldı.Ceyhun nehri 2 ülke arasında hudut oldu.İki ülke arasında Horasan yüzünden genellikle cenkler oldu.yalnız bu savaşlarda Karahanlılar başarısız olmuştur.Yusuf Kadir Hanın ölümünden sonraları ülkede başlayan taht mücadeleleri devletin 1042 yılında Doğu Karahanlılar ve batı Karahanlılar diye ikiye ayrılmasına sebep oldu.

 Doğu Karahanlılara 1211de Karahitaylılar son verdiler.Batı Karahanlılar ise Karahitay saldırıları birlikte zayıflamış,1212de Harzemşahlar Devleti tarafından yıkılmıştır.

 4.GAZNELİLER(963-1187) 

-Kaloç Türkleri tarafından kuruldu,kurucusu Alp Tigindir.

-Alp Tigin Samanoğulları Devletinde yetişmiş 1 Türk komutanıdırç

 Garlulardan Gazneyi alarak 963te devletini kurdu.Alp Tiginden sonraları Sebuk Tigin hükümdar oldu.Onun dönemindede hudutlar genişletildi.

 Gaznelilerin en ünlü hükümdarı Sultan Mahmuttur.En parlak dönemi onun zamanında yaşandı.

Gazneli Mahmutun Hindistana sefer düzenlemesinin başlıca sebebleri;

-Hindistanın mekan altı ve mekan üstü kaynaklarının zengin olması

-Ganimet elde etme

-Hindistanda İslamiyeti yaymak istemesi.

 Hindistana 17 sefer düzenlemiştir.Bu seferler sonunda hudutlar genişletildi.Hindistanın Pencap,Peşover,Multan,Gücarat,Sistan,Delhi ve Ganjın batısı ele geçirildi.Bu seferlerde elde edilen başarılar,Sultan Mahmutun İslam dünyasının kahramanı olmasını sağladı.Hindistandaki zengin altın ve mücevherler Gazneye taşınarak,ülke değerli yapılarla süslendi.Hindistandan getirilen filler ise Gazne ordusuna değişik ve üstün 1 unsur kazandırdı.

Gazneli Mahmut döneminin kritik olaylarından biri de Gazne-Selçuklular ilişkileri oldu.Bu sırada kuzeyde büyük 1 tehlike bi şekilde beliren Selçuklular giderek büyümekte ve Horasana girmeye çalışıyordu.Sultan Mahmut ilk önce Selçukluları yenik etti.yalnız bu mağlubiyet birlikte onların büyümesi ve genişlemesini önlemeyince Selçuklu Yabgusu Arslanı hile birlikte yakalatarak Hindistandaki Kolincar kalesine hapsetti.

 Daha sonraları Iraka yöneldi.Büveyhoğulları yndi ve bağdatta oturan Abbasi halifesini baskısından kuratardı.Kendisine halife tarafından sultan ünvanı verildi.Türk tarihinde ilk kez Sultan ünvanını kullanan Gazneli Mahmut oldu.Sultan Mahmutun ölümünden sonraları yerine geçen oğlu Mesut babasının yerini dolduramadı.Sultan Mesut,Maveraünnehir ve Horasana doğru ilerleyen Tuğrul ve Çağrı Beyleri emrindeki Selçuklular üzerine ordu gönderdi.1035te Nesa yakınarında yapılan savaşı Gazneliler kaybetti.1038de Serahs yakınlarında yapılan savaşı da kaybeden Gazneliler,kuvvetli 1 ordu hazırlayarak tekrar harekete geçti.Hassa(kapıkulu-Gulam)ordusu oluşturan ilk Türk devleti Gaznelilerdi.

Mezheplerimiz

Bir kere Kuran'ın dinin tek kaynağı olduğu göz ardı edilip hadisler, içtihadlar dinin kaynağı kabul edilince, birçok mezhebin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu ve yüzlerce mezhep ortaya çıktı. Bugün dört mezhep denilen mezhepler, işte bu birçok mezhepten zaman içinde daha çok kabul görüp, günümüze kadar gelenlerdir. Bir hadise göre erkeklerin baldırını örtmesi gerektiği, diğerine göre baldırın gözükebileceği anlaşılır. Bir hadis yorumuna göre kan akması, diğer hadis yorumuna göre ise kadın elinin değmesi abdesti bozar… Tüm bu örneklerdeki gibi farklı izahlarda doğruyu kim, nasıl bulacaktır? Kuran dışında başka kaynaklara kapıyı açarak kargaşalara yol açanlar, mezhepleri ortaya sürüp bu kargaşayı önlemeye çalışmışlardır. Böylece Kuran'ın dini, yani Allah'ın gönderdiği İslam; mezheplerin dinine, mezheplerin İslam'ına dönüşmüştür. Mezhep kurucusunun biri çıkar diz ile göbek arasını örteceksiniz hadisini alır, diğer hadisi inkar eder ve böylece dine yeni bir haram sokar. Diğer bir mezhep kurucusu ise baldırın gözükebileceği sonucu çıkan hadisi doğru, diğer hadisi yanlış kabul ederek baldırın gözükebileceğini ilan eder. Mezhep kurucularından biri Peygamber'in sivilcesinin koparılması ile ilgili hadisinden kanın abdesti bozduğu sonucunu çıkarır, dine bir ilave yapar. Diğeri ise kadın elinin değmesi abdesti bozdu yorumunu yapar, diğerinin ilavesini reddedip kendi ilavesini dine katar. Oysa bu hadisler başka türlü de yorumlanabilir. Fakat Kuran dinin tek kaynağı olduğu için buna ihtiyaç yoktur.

Bizim mezheplerin Hıristiyan mezheplerden farkı ne?

 Mezhep imamları nasihmensuh ile Kuran ayetlerinin hükmünü iptal ederek (25. Bölümü okuyun), farklı hadislerden kendilerine göre birini seçerek, kendilerine göre hadisleri yorumlayarak ve kendilerini içtihad yetkisiyle Allah'ın serbest bıraktığı konuları açıklayıcı konumuna getirerek(39. Bölümü okuyun), yepyeni bir dinsel yapı oluşturmuşlardır. Bu yeni yapının Allah'ın dini olduğu sanılsa da, ne yazık ki bu yeni yapı Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlık ne kadar Allah'ın diniyse o kadar Allah'ın dinidir. Bazıları bu mezhep imamlarının çok iyi niyetli olduğunu, din için fedakarlıklar yaptıklarını anlatarak eleştirileri görmezlikten gelmektedirler. Peki Ortodoks ve Katolik rahiplerin de iyi niyetli oldukları ve kendi mezhepleri için çalıştıkları söyleniyor, biz ne yapalım, Katolik ve Ortodoks bağnazlığı bu iyi niyet söylemlerinden ötürü Allah'ın gönderdiği Hıristiyanlıkla bir mi tutacağız? Bu mezheplerin imamları öyle bir konuma getirilmiştir ki; onlara verilen yetkiyle onlar istediğini iptal edilmiş hüküm ilan ederek, istediklerini kendilerince yorumlayarak, dilediklerini kabul ederek, uygun gördükleri durumlarda içtihad ederek Kuran'daki hükümlerden kat kat fazla hacimde sünnetler, farzlar, helaller, haramlar oluşturmuşlardır. Kuran'ın otoritesi dışında oluşturulan bu mezheplere Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Şii adları verilmiş, bu mezheplere uyan mukallidler(mezhep taklitçileri) ise mezheplerinin adlarıyla anılmışlardır. Oysa bakın Kuran'da ne diyor:

 "Dinlerini parça parça edip hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini haber verecektir."

 6 Enam Suresi 159

Bir mezhebe göre cennetlik, diğerinde cehennemlik oluyor

 Kuran'da dinimize İslam adı verilip, hiziplere ayrılmamız yerilirken, kendimize Hanefi, Maliki gibi isimler vermeyi, bu mezheplerin ayrı helal, haram ve farzlarını kabullenmeyi ve her biri birbirinden farklı uygulamalara sahip olan apayrı mezheplerin herbirinin de İslam'a eşit olduğunu, birbirlerine ve Kuran'a aykırılıklarına rağmen, hepsinin de doğru olduğunu hangi akıl ve insafla açıklayabiliriz? Örneğin Hanefi mezhebinde namaz kılmaya başlamayan dövülür, Hanbeli, Şafi ve Maliki mezheplerinde ise aynı şahıs namaz kılmaya başlamazsa öldürülür. Sırf mezhepler açısından bile olaya baksak Hanbeli, Şafi ve Maliki olanların Hanefi'ye göre en büyük günah olan adam öldürme fiilini işleyip günaha girdiklerini, Hanefi olanların ise sırf dövdükleri, öldürmedikleri için diğer mezheplere göre Allah'ın bir hükmünü inkar edip zalim olduklarını söylememiz gerekir. Oysa ayrılıkta güzellik gören zihniyete göre Allah, ahirette Müslümanlar'ı mezheplerine göre ayıracak, Hanefi ise sen Hanefiydin dövdün doğru yaptın, Şafi ise sen Şafiydin öldürmeliydin, öldürüp doğru yaptın diyecektir! Namaz kılmayanı eğer Hanefi biri öldürürse katil olup cehennemlik bir fiil yapacaktır, oysa namaz kılmayanı öldüren Şafi, Allah'ın hükmünü yerine getirdiği için cennetlik bir fiil yapmış olacaktır. Yani aynı fiili yapan iki kişiden biri cehennemlik, diğeri ise mübarek kişi olacaktır. Böyle din olur mu? Böyle dine uyanların kelle sayısı ne olursa olsun, doğrulukları mümkün müdür? Ne yazık ki günümüzde bu mezheplere uyan geniş kitlelere bu soruları sormak zorundayız. Aklı kullanmak yerine taklitçiliği esas alan, Kuran'ı insanların hepsi anlayamaz, birkaç insan bunları anlayıp, insanlara aktarıyor diyenlerin, insanları getirdiği nokta budur. Allah dinini yalnız bu mezhep imamlarının anlayacağı şekilde mi indirdi ki insanların sadece hak olduğu söylenen bu dört mezhebe uymaları bir zorunluluk oluyor? Allah dinini ancak bu dört kişi anlasın diye indirdiyse, Kuran'da niye birçok defa "Ey insanlar" diye insanlara direkt hitap ediliyor da "Ey Şafi, ey Hanbeli, ey dört imam, siz bunları anlayın, benim dediklerimi anlamayan diğerlerine de siz anlatın" denmiyor?

 Yukarıdaki örneği ele alırsak, Kuran'ın dinde zorlama olmadığını söyleyen ayetlerine ve namaz kılmayanlara dünyevi hiçbir ceza hiçbir yerde geçmemesine rağmen; namaz kılmayanın öldürüleceğini söyleyen üç ve dövüleceğini söyleyen bir mezhebin dördü birden işe yaramaz ve yanlış olacağına, nasıl dördü birden doğru ve hak oluyor? Peki bu mezheplerin dördü birden, dördü de farklıyken nasıl gerçek İslam oluyorlar?

 Bazıları: "Mezheplerdeki farklılıklar ufak tefektir, biri namazda elini bağlar, biri salar. Şehirlerde olana Hanefi, köylü olana Şafi uygundur. Dolayısıyla tüm bu ihtilaflar rahmettir…" gibi izahlarla farkları ufak tefek göstererek, mezhepleri sorgulanamaz kılmayı istemekte, halka taklitçiliği yutturmaktadırlar. Oysa mezhebin birinin öldürülmesini emrettiğini biri sadece dövüyor, bir mezhebe göre helal, diğerine göre haram oluyor, birinin farz bildiğini, diğeri farz bilmiyor. Yani mezhepler helalleri, haramları ayrı birer dine dönüşmüş vaziyetteler. Mezhep imamı dilediği hadisi seçerek, nasih mensuh ile oynayarak, hadisleri keyfince yorumlayarak; Kuran'ın da, uydurmalarla dolu hadislerin de üstüne çıkmaktadır. Din, mezhep imamının bakışına göre şekillenmiş, oluşturulmuş oluyor. Ayrılığın iyilik, rahmet olduğu Kuran'a aykırı bir mantıktır ve uydurma bir hadisten gelmektedir. Oysa Kuran'da şöyle geçmektedir:

 "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra çekişmeye girip fırkalar (mezhepler) halinde parçalananlar gibi olmayın."

 3 Ali İmran Suresi 105

Ayrılık rahmet değil felakettir

 Ayrılıkta rahmet arayanlar uydurma hadisler yerine Kuran'ı, anlamak kastıyla okurlarsa, fırkalara ayrılmanın, mezhepler kurup helali, haramı, farzı birbirinden farklı yapılar oluşturmanın felaket olduğunu görürler. Ayrılığı teşvik eden diğer bir uydurma hadis "İçtihad eden yanılırsa bir sevap, isabet ederse iki sevap alır." şeklindedir. Bu hadisle kişilerin kendi görüşünü "içtihad" adı altında dine sokması kolaylaştırılmış ve hata yapanın sevap alacağı şeklindeki rahatlatmayla, adeta "Dinde hata olur, içtihatta yanlış yapanın biraz az da olsa, yine de sevabı olur" denmiştir. Bu hadise dayanan mezhep imamları olaylardan çıkarttıkları sonuçları, kendi görüşlerini rey, kıyas, içtihad, fetva gibi isimlerle dinin bir parçası haline getirmişlerdir. Peygamber'in olduğu iddia edilen davranış ve sözler gibi, sahabelerin de davranış ve sözlerinin, aynı Kuran gibi dinin kaynağı kabul edilmesine, bunun üstüne binlerce uydurmanın sürekli uydurularak eklenmesi, sonraki safhada mezhep imamlarının şahsi görüşlerinin ve evvelden saydığımız tüm kaynaklardaki çelişkilerde, farklılıklarda kendi tercihlerini seçmeleri ve sonuçta bu son seçimlerin neticesinde oluşan yapının din ilan edilmesi, bugünkü mezheplerin İslam'ının hikayesidir. Yani mezheplerin İslam'ına göre din şunlardan oluşur: Kuran + hadis imamının seçtiği hadis + mezhep imamının nasihmensuhla yaptığı yorumlarla Kuran ve hadis hakkındaki değerlendirmeleri + mezhep imamının kıyas, içtihad ederek olaylardan çıkardığı sonuçlar + mezhep imamının sahabeyi değerlendirmesi neticesindeki çıkarımları + yeni oluşan olaylara göre sonradan yeni mezhep imamlarının verdiği fetvalar… Mezhep imamlarının tüm değerlendirmelere son noktayı koymaları, son makası vurmaları ve son eklemeyi yapmaları sonucu bizim geleneklerin dini, mezheplerin dini, hadislerin dini dediğimiz yapı ortaya çıkmıştır. Yeni gelişen olaylarda ise bu mezheplerin bağlıları olan sonraki devir imamlarının verdiği fetvalar, yaptıkları içtihadlar da sonradan dine eklenmiştir. Örneğin kolonya çıkınca necis olup kullanılamayacağı, üstümüze dökülürse namaz kılınamayacağı; televizyonun seyredilmesi ile ilgili farklı fetvalar; sigaraya hem helal, hem haram, hem mekruh diyen ayrı içtihadlar; sonradan ortaya çıkan durumlara karşı ilerki dönem mezhep imamlarınca yapılan yorumların nasıl dine ilave edildiklerinin örnekleridirler.

 Tüm bu hazin manzarayı daha hazinleştiren izahlardan biri de ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bu fırkalardan ancak birinin cennetlik, diğerlerinin cehennemlik olacağını söyleyen hadistir. Bu hadisi nakleden de tüm bu olumsuz manzaranın baş aktörlerinden, yaptıklarına daha evvel de değindiğimiz Muaviye'dir.(Darimi, Siyer, sayfa 75) Bu hadise dayanıp her mezhep kendini cennetlik, diğerlerini cehennemlik ilan etmiştir. Sunnilerin Şiileri sapık, Şiilerin de Sunnileri sapık ve cehennemlik yetmiş iki mezhepten biri ilan etmelerinde, her iki tarafın da delil gösterdiği hadislerden biri bu hadis olmuştur. Ehli Sünnet veya Sunnilik diye anılan dört mezhebin taklitçileri ise başta birbirlerine karşı hadis uydurmalarına, birbirlerini sapık ilan etmelerine, birazdan tablolardan göreceğiniz gibi helalleri, haramları ayrı dini yapılara ayrılmış olmalarına rağmen, sonradan Ehli Sünnet, Sunnilik gibi ortak adlarla bu mezheplerin dördünün birden doğru olduğunu, böylece ancak bu dört mezhebin cennetlik olabileceklerini söylemek gibi bir tevile (yoruma) sapmışlardır. Ehli Sünnet olanlar bir mezhep imamına uyar ve adeta Kuran'daki bir hüküm gibi onun koyduğu helali, haramı uygular. Aynı şekilde bir Şii kendi imamına uyar ve adeta Kuran'ın koyduğu hükümmüş gibi onun koyduğu farzı, haramı kabul eder. İki tarafsa birbirini sapık ilan eder. Peki nedir sizin farkınız? İki taraf da Kuran'ı yetersiz bulup, imamlarına, yani bir insana uyuyor ve onun izahını Allah'ın vahyiymiş gibi kabul ediyor. İki tarafın temel zihniyeti aynı taklitçilik, ama biri %100 doğru, öbürü sapık oluyor. Sonuçta temel taklit mantığında bir fark yoktur.

Mezheplerden Kuran'ın islamı ile kurtuluruz

 Mezhep taklitçiliğinin dine verdiği zararları Yaşar Nuri Öztürk "Kuran'daki İslam" kitabında şu şekilde açıklamaktadır: "Allah adına yalan uydurmanın bir yolu da mezhepleri din haline getirmek olmuştur. Mezhepler birer din, mezhep imamları tenkit üstü birer Peygamber haline getirilince İslam adıyla ortaya konan karışımın kaçta kaçının Allah'a, kaçta kaçının şuna buna ait olduğunu belirlemek, halk kitleleri için imkan dışına çıkar ve bu durum din adı altında bir kaosu insanlığın başına musallat eder. Aradan yüzlerce yıl geçmesine, insanlık boyut değiştirmiş olmasına rağmen hiç kimse bu eskimiş ve bir kısmı komedi haline gelmiş yorumlara dokunamaz. İşte zulüm ve Allah'a iftira budur. Bu zulüm yüzündendir ki gerçek İslam bilginleri, samimi din görevlileri Allah'ın saf ve berrak

 Kuran dinini yüzyılımızın insanına olduğu gibi anlatmaya kalktıklarında sadece zorluklarla değil engeller, iftiralar ve suçlamalarla karşılaşabilmektedirler. çare Kuran'a gidişimizi engelleyen bütün putları, patentlerine bakmadan devirmek ve hükmü yalnız ve yalnız Allah'a bırakmaktır. Buna karşı çıkanlar, görünüşte dini kabul ettiklerini söyleseler de inkarcıdırlar. çünkü ak ve berrak din yalnız Allah'ın tekelindedir (39Zümer Suresi3). Ve bu tekelden rahatsız olup Allah'ın hüküm yetkisine şu veya bu şekilde karışanlar, Allah'a karşı gelmiş olurlar."

Çıplak Uyarı

Kitaplarında mezheplerin oluşturduğu İslam'ın, Kuran'ın dininin önünde oluşturduğu engeli gören Yaşar Nuri Öztürk "çıplak Uyarı" kitabında devşirme dinin kaosu başlığıyla somut örnekler vererek mezheplerin oluşturduğu felaketi şöyle anlatır: "Sıkıntı, Allah'ın dini ile Allah'a fatura edilen devşirme dinin karıştırılmasından kaynaklanıyor. Allah'ın dini bizzat Allah tarafından İslam diye adlandırılan ve apaçık, kuşkusuz, detaylı bir kitapla insanlığa öğretilen dindir. Kaynağı Kuran, tebliğcisi Hz. Muhammed'dir bu dinin. Kuran'daki İslam'dır bu. Devşirme dine gelince onun kaynağı tek olmadığı gibi kitabı ve tebliğcisi de tek değildir. O, Kuran'daki İslam'ın tevhidine karşı bir şirket dinidir. Kitabı birkaç tane, önderi birkaç tane, hatta ümmeti birkaç tanedir. Bir tür anonim şirket gibidir. Bunun içindir ki devşirme dinde birlik ve ahenk yerine tefrika ve kaos vardır. Devşirme dinin tüm rahatsızlığı, ondaki hüküm kaynağının tek olmayışıdır. Devşirme dinde tam bir otorite boşluğu vardır. Ona göre, buna göre, falancanın kavlince, filancanın rivayeti mucibince, üstadın beyanına göre, hazretimizin fermanı gereğince v.s. devşirme dini bir yamalı bohça haline getirmiştir. Allah'ın dinindeki: Hüküm Allah'ındır. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir. (5Maide Suresi44,45, 47,50) ilkesi saf dışı edildiği için bu şirket dinin ortaya koyduğu tabloda hakim özellik didişme ve bozgundur. Bu bozgunda hüküm yetkisinin mezhepler, hizipler, gruplar, partiler, tarikatlar ve daha bilmem neler tufanında kime veya kimlere ciro edildiği belli değildir. Bunun içindir ki bu tufanda aynı din kimliğini taşıyanların aynı niyetle icra ettikleri aynı fiil, şirketin bir elemanına göre sevap olurken, bir başka elemanına göre büyük günah olabilmektedir. İki vatandaşımız, bir gazetede din adına verilmiş bazı fetvaların kupürlerini de ekledikleri mektuplarında, bu fetvaları değerlendirdikten sonra soruyorlar. Bu nasıl şey? Allah'ın dinine fatura edilen bu fetvaların bazılarını Allah'ın dinini tenzih ederek dikkatlerinize sunmak istiyorum: Namazda Ettehiyyat okunurken Şafiler'in şehadet parmağını kaldırması sünnet, Hanefilerin kaldırması ise bazılarına göre mekruh, bazılarına göre harammış. Bu bakımdan, Hanefiler'in Ettehiyyat okunurken parmak kaldırmamaları gerekirmiş. İfadeye konuluşu bile bir kaos sergileyen bu fetvanın vermek istediği acayiplik şudur: Aynı dinin iki mensubu aynı kitabın buyruğu olan bir ibadeti icra ederken aynı duayı okuyorlar ve o duanın aynı yerinde şehadet parmaklarını kaldırıyorlar. Gel gör ki, bunu yapmakla biri sevap kazanıyor, biri haram işliyor, yani büyük günaha giriyor. Ve bunun adı İslamiyet oluyor, öyle mi? Şu fetvayı da bir okuyucunun sorusuna verdikleri cevaptan izleyelim: Dişlerinde dolgu veya kaplama olan kişiler eğer Hanefi mezhebinde iseler onların gusül(boy) abdestleri geçersizdir. Başka mezhepten iseler problem yok. Bu fetvanın önümüze koyduğu gerçek şu: Allah'ın kitabı Kuran'a bağlı olduğunu istediği kadar söylese de, eğer bir insan yakasını Hanefi keyfine kaptırmışsa, dişlerini doldurtamaz, kaplatamaz. Aksi halde ömür boyu cenabet gezmiş olur. (Kıldığı namazlar da geçersiz olur) Yok eğer her nasılsa Şafii kampına kapılanmışsa sorun yok dişlerini doldurtabilir, kaplatabilir. Şimdi sormak lazım: Dinin temel amacından biri nefsi yani insanın varlığını, sağlığını korumaktır. İnsanın kendisini tehlikeye atmaması ise Kuran'ın emirlerinden biridir. Şimdi Müslüman, bu temel emirlere uyarak sağlığını korumak için dişlerini doldurtma, kaplatma yoluna mı gitsin, yoksa mezhep hatırı için Kuran'a ters düşmek veya ömür boyu cenabet gezmek şıklarından birini mi seçsin? Hayır efendim, Şafii olup kurtulsun diyorsanız, o zaman Hanefilik sıkıntısıyla cebelleşmek niye? Peki bütün bu hengameye dalmak yerine tek ve dosdoğru yolu çizen Kuran'a bağlı kalsak ne kaybederiz? Bizzat Kuran'ın sorduğu gibi: Allah, kuluna kafi gelmiyor mu? Diyeceksiniz ki Kuran'da diş doldurtmakla ilgili hiçbir bahis yoktur. Peki öyle ise, size ne oluyor da Allah'ın dinin kaynağı yaptığı kitaba koymadığı bir şeyi din bünyesi içine çekip ikinci bir ilah gibi insanın karşısına buyruklar, tartışmalar çıkarıyorsunuz? Allah bazı şeyleri eksik mi bıraktı da siz düzeltiyorsunuz?"

Ne olacak dişleri çürüyen hanefilerin hali?

 Ne yazık ki halkın geniş kitleleri mezheplerin gerçek yüzünü, bu yapının Kuran'la çeliştiğini bilmeden mezhebe tabi olmakta, dini Kuran yerine mezheplerin izahlarına göre oluşmuş ilmihal kitaplarından öğrenmektedirler. Yukarıdaki örneği ele alırsak Türkiye'de halkın büyük bir kesimi Hanefi mezhebinden olduğunu söylemektedir. Fakat büyük bir kesimi Hanefi olan halkın büyük bir kısmı, mezheplerinin dişlere dolgu yapmayı yasaklayan izahını bilmediklerinden dişlerini doldurtmakta ve kaplatmaktadır. Böylece boy abdestleri ve dolayısıyla namazları Hanefilik dedikleri mezheplerine göre geçersizdir. Kitlelerin önüne "Ya Sunni olursun, Hanefi mezhebine uyarsın, ya da Şii, Alevi gibi sapık bir mezhepten olursun" şeklinde klişe laflarla, korkutmalarla; mezhepçilik adeta bir milliyetçilik, ırkçılık şekline dönüştürülüp sunulmuştur. Sunni olmamak adeta kafir olmakla eşdeğer gösterilmiş, bu fikrin her alternatifi de sapık ilan edilmiştir. Şiilik ve Alevilik'te de durum farklı değildir. Onlar da aynı şekilde ırkçılığa dönüştürülmüş mezhep taassuplarıyla Sünniliğe aynı şekilde yaklaşmaktadırlar. Bu kitlelerin görmezlikten geldiği ve halkın bilmesi gereken alternatif; Kuran'ın din olarak tek başına ele alınıp, tüm bu mezheplerin inkar edilmesi ve dinin yalnız Kuran'a dayanarak oluşturulmasıdır.

 Mezheplerin kurucuları Kuran'ı ve hadisleri kendilerine göre yorumlayıp, diledikleri hadisleri veya ayetleri seçtikleri, dinin serbest bıraktığı konularda rey ve içtihad adıyla hüküm oluşturdukları için aslında Kuran'ın da, hadisin de üzerinde bir yetkiye sahip kılındılar. Bu yetkiyi kullanışlarından bizim gibi sadece Kuran'ı yeterli görenler değil, mezhep imamlarından sonra yaşayan ve bizim her fırsatta eleştirdiğimiz hadis imamları bile rahatsız olup, mezhep kurucularına çok şiddetli eleştiriler getirdiler. Eleştirilerin odaklandığı en önemli noktalardan biri mezhepçilerin kendi görüşlerini, reylerini kimi konularda hadisin önünde tutmalarıydı. Hatta bazı hadisçiler, ehli rey fakihleri diye çağırdıkları mezhepçileri; elde ettikleri sonuçlara, kendi reylerine uygun hadisler uydurmakla eleştirdiler. En meşhur hadisçi Buhari'nin, en büyük mezhebin kurucusu Hanefi'yi eleştirmesi ve güvenilmez ilan etmesi hadisçilerin bile bazı mezhepçileri beğenmediğinin en dikkat çekici örneğidir. Sonuç olarak bugün uyulan İslam, Kuran'ın İslam'ı olmadığı gibi aslında uydurmalar ile dolu hadisler bile değildir. Bugün uyulan İslam mezhep imamlarının kurduğu ve kendi kafalarına göre tüm bu kaynakları değerlendirdikleri İslam'dır. Mezheplerin kurulduğu dönemde ne Buhari, ne Müslim hadis kitaplarını yazmamışlardı. Hadisler sahih, zayıf, hasen şeklinde ayırımlara da mezhepler oluşturulduğu zaman tâbi değillerdi. Yani mezhepler, en titiz çalışması bile birçok uydurmayla dolu olan hadislerin, en doğru hadis çalışmaları olduğu iddia edilen kütübi sitte (altı meşhur hadis kitabı) ortada yokken oluşturuldu. Yani mezheplerin izahlarında uydurmaların yüzdesi birçok hadis kitabının çok çok üstündedir. Oysa ne yazık ki halkın önemli bir kesimi tüm bunlardan habersiz, kendi mezheplerini İslam'a eşit saymakta ve bu yapıların Kuran'la çelişikliğinden habersizdirler. Kuran dini açıklamış ve birçok konuyu açıklamayarak serbest bırakmış ve böylece dinin her devre, her ortama uymasını sağlamıştır. Mezheplerse dinin serbest bıraktığı her detayı, haşa Allah açıklamayı unutmuş gibi açıklayıp, dini birçok devirle, birçok durumla, hatta insanın yaratılışıyla çelişir hale getirmişlerdir.

Haricilere göre kadın

 Birazdan göreceğimiz tablolar Kuran dışındaki konularda mezheplerin nasıl kendi aralarında çeliştiklerini göstermektedir. İslam'ın Kuran dışı kaynaklarından biri olarak "İcma" da gösterilmektedir. "İcma"yı Ehli Sünnet, tüm alimlerin bir konudaki ittifakı (ortak görüşü) olarak açıklar. Oysa aşağıdaki tablo aslında hiçbir konuda ittifakın (icmanın) olmadığının delilidir. Ehli Sünnet'in kendi içindeki mezheplerde "İcma"nın bazı konularda varlığı doğru olsa da, İslam tarihini baz alırsak, Kuran'da geçmeyen ama icma edilmiş hiçbir konu kalmaz. Kuran'a hangi konuda ilave yapılmaya veya Kuran'a aykırı bir izah getirilmeye kalkışılmışsa tarih içinde o izaha muhalefet olmuştur. Örneğin hayızlı kadının namaz kılamayacağında, namazın 5 vakit olduğunda, kadının devlet başkanı olamayacağında, zina yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesinde Ehli Sünnet'in tüm mezhepleri görüş birliğindedir. Fakat bu Ehli Sünnet'in kendi içindeki görüş birliğidir. Örneğin Hariciler, hayızlı kadının namaz kılmasını, kadının devlet başkanı olabileceğini, farz namazların 5 vakitten az olduğunu, zina edenin taşlanarak öldürülemeyeceğini bu mezheplerin ilk kurulduğu yıllarda söylemişlerdir. Bu da bize Kuran'da geçmeyen her konunun nasıl güvenilmez, çelişkili olduğunu ve dolayısıyla Kuran'ın tek ve güvenilir kaynak olduğunu bir de bu yönden göstermektedir. Sırf Kuran'dan dini anlamak geçerli bir yöntem olmadığı sürece din adına birbirinden farklı mezheplerin ortaya çıkması kaçınılmaz sonuç olmaktadır. Kuran dışı mezhepler, ayrı ayrı fikirleriyle Kuran'dan sapmaktadırlar. Bu mezheplerin görüşleri, helalleri, haramları farklı olduğu için, bunların Kuran'ın İslam'ına karşı çıkışları bir birlik oluşturamaz. çünkü her biri Kuran'dan sapmışlık konusunda bir olsa da, vardıkları sonuçlar açısından farklı oldukları için kendi aralarında bir sayılamazlar. Bu yüzden her ne kadar bazıları Sunni gibi başlıklarla bu mezhepleri bir potada gösterme çabasındaysalar da birazdan sunacağımız tablolardan göreceğiniz gibi her biri ayrı uçlardadır. Bu yüzden bu mezheplerin arasındaki bir birlik ancak hayali bir birliktir, yutturmacadır, her birinin helali de, haramı da apayrıdır.

Mezhep imamının rüyada Allah'ı gördüğü uydurması

Mezheplere halkı inandırmak isteyenler, kendi mezhep imamlarını öven, diğer mezhep imamlarını yeren hadisler uydurmuşlardır. Bu arada mezhep kurucularının ne kadar bilgili, ne kadar dinine bağlı olduğu şeklindeki hikayeler de mezhep taklitçilerini mezheplerine bağlı kılmak için anlatılır. Bizim gördüğümüz en insafsız uydurmalardan biri ise Ebu Hanife'nin rüyasında 100 defa Allah'ı gördüğünü söyleyen uydurmadır. Ne yazık ki mezheplere halkı bağlayacağız diye kantarın topuzu bu kadar kaçmıştır. Mezhep kurucularını anlatan bu uydurmaların hepsinin gerçekten kendi izahları mı, yoksa sonradan talebeleri ve mezhep bağlıları tarafından mı uydurulduğunu tam olarak tespit edemiyoruz. Ama her durumda ortaya çıkan tablonun korkunçluğu ve Kuran'ın yeterliliği açıktır.

 Biz günümüzde Hanefi mezhebi adına kabul edilenlerin Ebu Hanife ile de alakası olmadığı kanaatindeyiz. Ebu Hanife'ye tarihte "Ehli Rey" denmiştir. Bu Ebu Hanife'nin Kuran'da bulmadığı bir hususu kendi yorumu ile halletmeye çalışması sebebiyledir. Hadisi kaale almayan bir tutum olarak değerlendirilen bu davranış tarzına tüm "Ehli Hadis", özellikle Şafi ve sonraları Buhari aşırı tepki göstermiştir. Oysa günümüzde anlatılan Hanefi mezhebi komple hadisçi bir mezheptir. Hanefi mezhebinin her izahı bir hadise dayandırılmak istenmektedir. Oysa tarihsel kayıtlara göre Ebu Hanife'nin öldürülme sebebi kendisinin "Reyci" özelliğine bağlanır. Bugünkü Hanefi mezhebini bize, Ebu Hanife'yi öldüren iktidarın yönetimi altında aktardılar. Öyle ki Hanefi mezhebinin Ebu Hanife'den sonra iki numaralı kişisi kabul edilen Ebu Yusuf (3. bölümde gördüğümüz, kabak sevmem diyeni öldürmeye kalkan kişi), Ebu Hanife'yi öldüren iktidarın resmi fetva makamı olmuştur. Hocasının görüşlerini kendisini iktidar yapanların devrinde hem de kendisini iktidar yapanlar aynı zamanda hocasını öldürenlerken açıklayanların açıklamaları ideolojik, çarpık ve saptırılmış olmadan kalabilir mi? Ebu Hanife'nin "Reyci" tanıtılıp, bugünkü Hanefi mezhebinin "Hadisçi" olmasının temel sebebi bizce budur. İkinci sebep de mezhep sahiplerinin kendi görüşlerini doğru çıkarmak için mezhepsel görüşleri doğrultusunda hadis uydurmuş olmalarıdır. Hadis kitaplarının bir çoğu mezhepler kurulduktan sonra yazılmıştır. Bu yüzden mezhep görüşlerini doğru çıkartmak için hadis uyduranların hadisleri "Reyci" görüşlerin, nasıl "Hadisçi" görüşe dönüştüklerini açıklar. Ebu Hanife'nin görüşleri her ne olursa olsun, kitabımız boyunca eleştirdiğimiz "Hanefilik" mezhebi diye anlaşılan, anlatılan ve uygulanandır.

Uydurulan dinin temellerini Şafii attı

 İyi bir araştırma yapılırsa bugünkü Ehli Sünnet fikirlerin, hadisçi dini yapının temelinin, ilk olarak Şafii mezhebinin kurucusu İmamı Şafii tarafından atıldığı anlaşılır. Şafii'den sonra açık bir Kurani hükmün bulunduğu birkaç durum hariç, fıkhi bir fikri bir veya birden fazla hadise dayandırmak mecburi hale geldi (W. Montgomery Watt, İslam Nedir?) Aynı yargıyı İlhami Güler şöyle açıklamaktadır: "Bu arada İslam dini düşünce tarihinde Kütübi Sitte ve özellikle Sahihi Buhari'nin neredeyse Kuran'a denk epistemolojik öneminin temelinde, Şafii'nin sünneti, gayri metluv vahye indirgemesinin büyük payı olduğunu unutmamak gerekir. Şafii'ye kadar birçok alim tarafından çeşitli şekillerde değerlendirilen ve sözlü akla tabi olan hadis kültürü, Şafii'den sonra yazım aşamasına ulaşarak bir nevi dogmalaşmaya ve önem itibariyle Kuran'a yaklaşmaya başladı. (I. Kuran Sempozyumu, sayfa 310, Arkoun Tarihiyyetu'lFikri'lArabi, sayfa 7879) Bugünkü sünnet anlayışının temelinin İmam Şafii ile atıldığını Osman Taştan ise şöyle anlatır: "Şafii'nin çıkışı bu durumu değiştirdi. Şafii Peygamber'in sünnetini toplumun sünnetinden ayırdı ve onu hukuki açıdan Kuran'ın seviyesine çıkardı. İdealde bu Hz. Muhammed'in Peygamber'liğine maksimum düzeyde bir saygı duymak ve aynı zamanda hizmet etmekti. Gerçekte ise bu tavır Hz. Peygamber ile onun toplumunun arasına kapatılması güç olan bir mesafe koymaktı. Böylece sünnet, vahiy potası içerisinde Kuran'la birleştirilmişti. Artık yapılacak olan şey sahabi sözlerini de sünnetle birleştirip vahyin kapsamına dolaylı olarak dahil etmekti… Sonuçta bu tür teorik gelişmeler aslında Kuran'a mahsus olan vahyi önce Sünnet'e sonra da sahabi sözlerine teşmil etmişti. Bir diğer ifadeyle bu durum kutsallığı ilahi kelam olan Kuran'dan beşeri kelam olan sahabi sözlerine kadar yaymaktı." (I. Kuran Sempozyumu, 317321)

 Mezhepler tarihine bu kitapta geniş yer ayırmak istemedik. Bunun yerine mezheplerin vardıkları sonuçlara ve bu sonuçların Kuran'la çelişkilerine detaylı bir şekilde yer verdik. Mezhepler tarihini inceleyen her kişi Şafii'nin Hanefi mezhebine saldırılarını, Maliki, Hanbeli, Şafii mezheplerinin Ehli Sünnet adlı bir mezhebin dört ayrı kolu değil fakat her birinin apayrı birer mezhep olduklarını anlar. Birazdan göreceğiniz tablolardaki 100 örnek de mezheplerin farklılığını göstermeye yetecektir. Aslında apayrı olan bu mezhepler ilerleyen asırlarda siyasi otoritenin rolüyle ve siyasi otoritenin, Nizamiye Medresesinin Rektörü yaptığı Gazali'nin katkılarıyla tek bir mezhepmiş gibi gösterilmeye çalışılmışlardır. Ehli Sünnet veya Sünnilik adı altında dört apayrı mezhep toplanmıştır. Apayrı olduklarına inanmayan, tabloları incelesin. Tablolardaki 100 örneğimiz az gelirse bu dört mezhebin hükümlerini karşılaştıran Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı gibi kitapları okusunlar; tek ad altında toplanmaya çalışılan bu mezheplerin, apayrı hükümleriyle birbirlerinden ne kadar ayrı olduklarını bu şekilde görsünler. Allah bize tek bir din indirmişken kendi aralarında binlerce çelişkiyi taşıyan mezheplerin doğru olması mümkün mü? Apaçık, çelişkisiz, korunmuş Allah'ın kitabı yerine, mantıksız, çelişkili, tahrif edilmiş ve insan yapısı olan mezhepleri din diye kabul etmek hiç doğru olabilir mi? Bu dört mezhebin ortak noktaları; Kuran'la yetinmemek, Kuran dışı dini kaynaklar edinmek suretiyle Allah'ın dindeki otoritesini bozmaya çalışmak ve dini fırkalara bölmektir.

 "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın, fırkalara bölünüp ayrılmayın."

 3 Ali İmran Suresi 103

Hala atalarınızın mezhebine mi inanıyorsunuz?

 Mezheplerin kendi aralarında nasıl çeliştiklerini aşağıdaki tablolardan görelim ve Allah'ın tek dininin mezhepler aracılığıyla nasıl farklı dinlere dönüştürüldüğünü anlayalım. Bu tablolarda ayrıca mezheplerin kendi içlerindeki çelişkilerine yer vermiyoruz. Örneğin Hanefi mezhebinin ilk kurucusu Ebu Hanife ile onun talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed'in farklı görüşleri olduğu da kabul edilir ve bunlarda da çelişki çoktur. Bu tablolarda sadece Sünni 4 mezhebin çelişkileri vardır. Şiilikle Sünniliğin ayrılıkları da ayrı bir kitap yazdıracak kadardır. Bu tablolar çelişkilerin ancak az bir kısmını göstermektedir. Mezheplerin tüm çelişkilerini anlatmaya bu kitabın hacmi çok dar gelir. Allah bizim Kuran'ın hacmi dışındakilerden dinimizi öğrenmemizi istememiş olması sayesinde bu kargaşanın, bu çelişkilerin içinde boğulmuyoruz.

 Siz eğer hala atalarınızdan miras aldığınız mezheplere, sırf atalarınız bunlara iman ettiği için inanıyorsanız, lütfen sunacağımız 100 örneği inceleyip mezhebinizi iyice öğrenin. Öğrendikten sonra; tüm bu çelişkilerden sonra mezhebinizi bir kenara atıp ister Kuran'la yetinin, ister bu tabloları uygulayıp bu farkları "rahmet" diye niteleyin. Uyarı bizim; akıl sizin, seçim sizin, sorumluluk sizin.