Türkiye'nin fiziki coğrafya özelliklerini, başka bir ifade ile, yer yuvar üzerinde insanın yaşadığı bir mekan olarak doğal şartlarını ana çizgileri ile belirlemekte çoğu, yurdumuzun matematik ve özel coğrafi konumunun sonuçlarına indirgenebilen bir dizi etken başlıca rolü oynar. Bu fiziki ortam etken ve etkilerinin prehistorik çağlardan beri bütün tarih boyunca bu topraklar üzerinde yaşamış toplumların yerleşme alanlarını, beşeri ve iktisadi faaliyetlerini, kültürel gelişmelerini ve hatta, bir ölçüde de olsa, güttükleri siyaseti şekillendirerek veya yönlendirerek mekanın tüm coğrafi karakterini belirlemekte büyük payı olması ve aynı etken ve etkilerin, gelişen teknolojinin insanı doğanın belirlediği mutlak yaşam kalıplarından kurtarmış olduğu veya kurtarabilecek düzeye eriştiği günümüzde de, bir bölgeden ötekine değişen ölçüde devam etmekte bulunması, XIX. ve XX. yüzyılda bazı çevreci determinist coğrafyacılar ve sosyologlar tarafından "Ülkelerin alın yazısı" olarak nitelendirilen coğrafi konumun önemini açık bir şekilde ortaya koyar.
Türkiye toprakları yer yuvarın en büyük kara kütlesi olan Eski Dünyanın hemen hemen geometrik merkezinde, Eski Dünyayı oluşturan üç kıtanın birbirine en çok yaklaşarak adeta buluştukları bir alanda, batıdaki Atlas Okyanusu'ndan doğuya, bu büyük kara kütlesinin içerlerine doğru 3 000 kilometre boyunca sokulmuş bulunan Akdeniz'in, ikisi diğerlerine hidrolojik bakımdan zayıf ve yüzeysel olarak bağlı dört havzası (Karadeniz, Marmara, Ege ve Levant havzaları) arasında yer alır. Kabaca paraleller doğrultusunda uzanan ülke, doğudaki geleneksel olarak Asya'dan, batıdaki Avrupa'dan sayılan iki parçadan meydana gelir. Bu topraklar bir arada 779 452 km2 (izdüşüm alanı) bir yer kaplar. Bunun en büyük kısmı (755 688 km2, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık % 97'si), kapsadığı alan, adının anlamına uygun olarak (Anatoli-Doğu) zamanla doğuya doğru genişleyen ve günümüzde bütün Asya topraklarımızı ifade eden Anadolu'nun payına düşer (Bu gelişme için bak: Erinç, 1973; Tuncel, 1990). Kuzeyde ve güneyde yüksek kenar dağlarla çevrilmiş, kabaca dikdörtgen biçimli kütlevi bir kara parçası olarak Asya'nın gövdesinden Avrupa'ya doğru uzanan ve kuzeyindeki ve güneyindeki platformlar üzerinde gelişmiş, fiziki coğrafya ve kültür bakımından farklı iki alem arasında bir sürgü, aşılması güç bir engel gibi uzanan Anadolu'nun, kabaca Samsun ile İskenderun körfezi arasında çekilen bir çizginin batısında kalan kısmı, M.S.V. yüzyıldan (Erinç, 1973), hatta bazılarına göre (Georgacas, 1971) belki daha eski bir tarihten beri, Asya'nın geri kalan büyük kısmından (Asia major) farklı, ileri bir kültür alanı olması nedeni ile Küçük Asya (Asia minor) olarak adlandırılmıştır. Antik çağda Trakya adı verilen daha geniş bir bölgenin doğu kesimini oluşturan Avrupa topraklarımız, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık % 3 kadarına eşit daha küçük bir yer kaplar (23 764 km2), Balkan yarımadasından doğuya, Anadolu'ya doğru bir huni gibi daralarak en çok sokulan ve eskiden daha ziyade Paşeli ve Rumeli (=roma ili) adları ile anılan bu kabaca üçgen biçimli, belirgin bir kıstastan yoksun yarımadaya son yarım yüzyıldan bu yana genellikle Trakya denir.
Hem bir Asya, hem bir Avrupa ülkesi olarak Türkiye toprakları bir bütün olarak, Sovyetler Birliği ve İran dışında bütün Asya konularından ve Sovyetler Birliği dışında Avrupa ülkelerinin her birinden daha geniş yer kaplar. Bu alansal genişlik ve doğu-batı sınırları arasında 1 600 kilometreyi aşan, kuzey-güney doğrultusunda 475-650 kilometre arasında değişen büyük mesafeler, konum, reliyef ve iklim özelliklerinin etkileri ile birlikte, ülke sınırları içinde farklı coğrafi bölgelerin meydana gelmiş olmasına yol açan başlıca sebeplerden biridir
Biçim bakımından Türkiye toprakları, birçok müellifin de belirttiği gibi, paraleller doğrultusunda uzanan bir dikdörtgene benzer. Bu dikdörtgen kabaca 42° (Sinop'ta İnceburun 42° 06') ve 36° (Hatay'da Beysun köyü civarı 35° 51') kuzey paralelleri ile sınırlanır. Bu konumuna göre Türkiye, termik bakımdan orta kuşağın daha sıcak olan güney yarısında, yer yuvar üzerinde birçok kurak ve yarıkurak ülkelerin sıralandığı subtropikal bölgededir. Fakat Doğu Akdeniz havzaları arasındaki konumu ve yüksek engebeleri sayesinde, kurak subtropikal alanlardan çok daha bol yağış alarak ayrılır. Ülkenin en batı (Gökçe adada Avlaka burnu 25° 40' E) ve en doğu (Küçük Ağrı'nın doğusu 44° 48') arasında yaklaşık 19 derecelik bir boylam farkı vardır. Doğu ve batı sınırları arasındaki mesafe, Türkiye'yi ortalayan 39° paraleli boyunca 1650 kilometreyi bulur. Ülkenin doğu ve batı bölgeleri arasındaki bağıntıyı ve kaynaşmayı yüzyıllar boyunca güçleştirmiş ve geciktirmiş olan bu uzun mesafe, aynı zamanda Türkiye'nin doğu ve batı sınırlan arasında 76 dakikalık yerel saat farkına da yol açar.
Türkiye topraklarının makro-jeomorfolojik ölçekte ilk bakışta göze çarpan en belirgin özelliği, Alp sistemi adı verilen kuşak üzerinde, ana çizgiler ile bir kubbeleşme alanına benzetilebilecek bir kabartı, bir yüksek alan oluşturmasıdır. Ortalama yükseltisi 1 000 metreyi aşan (Tanoğlu, 1947; Bilgin, 1957), doğu kesiminde 2 000 met-reyi bulan bu kabartı üzerinde, kuzeyde ve güneyde yer yer 3 000 metreyi aşan kenar dağlar ve ülkenin doğusunu da adeta bir demet oluşturacak şekilde birbirine yaklaşarak sıkışmış, genelde doğu-batı doğrultusunda uzanan görkemli dağ sıraları yer alır. Yerkabuğunun yükseldiği bu alan kuzeyde Karadeniz çukuru (ortalama derinliği 1 270 m), güneyde, Levant denizi çanağı (ortalama derinliği 1790 m) ve güneydoğuda 500-600 m yükseklikteki düzlüklerle sınırlanmıştır. Buna göre Türkiye toprakları ile bu çukur alanlar arasında ortalama 3 000 metreyi aşan, dağların yükseltileri dikkate alınırsa 5 000 metreyi geçen bir seviye farkı vardır. Bu, doğrudan ve dolaylı birçok önemli sonuçları olan bir özelliktir.
ürkiye topraklarının gerek makro, gerekse meso ölçekteki jeomorfolojisi, güneyde Gondwana'nın bir parçası olan Afrika-Arabistan, kuzeyde ise Laurasia'nm bir bölümünü oluşturan Doğu Avrupa eski platformları veya levhaları arasında, Alp sisteminin beşiği olan kuşaktaki konumunun ve Menderes masifinin çekirdeğinde radyometrik yöntemlerle sağlanan yaş tayinlerine göre, 500 milyon yıl kadar süren çok uzun bir evrimin, özellikle bu evrimin kabaca orta Miyosen'den bu yana yaklaşık 12 milyon yıllık son safhasındaki süreçlerin eseridir. Bu evrimde, kuzeye doğru yer değiştiren Afrika-Arabistan plakasının yol açtığı kompresyonal kuvvetlerin başlıca etken olduğu ve bu basınçlarla giderek daralan okyanusal karakterde bir jeosenklinalin (Tetis jeosenklinali) tabanındaki sedimentlerin zaman zaman şiddetlenen kompresyona bağlı olarak muhtelif safhalarda, genellikle ada yaylan biçiminde uzanan ve Türkiye topraklarının jeolojik iskeletini teşkil eden orografik birimlerin meydana geldiği hususunda yer bilimciler aynı görüşü paylaşırlar. Fakat evrimin mekanizması, tektonik birimlerin oluşum tarzı ile sırası ve jeolojik verilerin değerlendirilmesi gibi bakımlardan klasik ve yeni yorumlar arasında önemliayrılıklar vardır. Temelde, Kober'in orogen yapısı şemasını hatırlatan klasik görüşün son şekline göre (Ketin, 1966 ve 1983) Türkiye'de Pontid'ler, Anatolid'ler, Torid'ler ve kenar kıvrımları olmak üzere dört jeolojik-tektonik birim ayırt edilir. Bunlardan Anadolu'nun kuzeyini ve Marmara havzasını kapsayan alanda bulunan Pontid'ler, Türkiye'nin Kaledonya ve Hersinya orojenezlerine katılmış en eski, en yaşlı dağlarıdır. Bu eski masifler Mezozoyik başlarında Tetis jeosenklinali içinde yer yer adalar halinde yükseliyor, Anadolu'nun diğer bölgeleri ise sular altında bulunuyordu. İkinci birimi oluşturan ve İç Anadolu'da yer alan Anatolid'ler esas itibariyle Kretase sonlarında kıvrımlanmış, buradaki kristalin kütlelerin intrüzyonu Tersiyer başlarında tamamlanmış ve bu iç bölge Eosen'den sonra bir ara bölge rolü oynayarak Torosların uzanışlarını belirlemekte etkili olmuştur. Anatolid'lerden daha genç olan Torid'ler Oligosen sonlarında gelişmiş, Türkiye'nin en genç kıvrımlı dağları olan kenar kıvrımlarının oluşması ise Miyosen sonu ile Pliosen başlarında tamamlamıştır. Klasik görüşün bu yorumuna göre Türkiye'de orojenik süreçler zaman içinde kuzeyden güneye doğru yavaş yavaş ilerlemiştir.
Konuyu levha tektoniği çerçevesinde ele alan ve özellikle eski dalma-batma zonlarını belirleyen kenet kuşaklarının uzanışına ve litotektonik fasiyeslerin paleocoğrafi yorumuna dayanan yeni araştırmacıların çizdikleri tablo birçok hususlarda daha farklı, Tetis jeosenklinalinin evrimi daha karmaşıktır (Şengör ve Yılmaz, 1981; Şengör 1985). Onlara göre Türkiye'de Pan-Afrikan, Hersinyen ve Tetisid adını verdikleri üç büyük orojenik sistem vardır. Afrika-Arabistan platformunun temelini oluşturan Pan-Afrikan orojeninin muhtemel bir uzantısı saydıkları Pan-Afrika orojenik sistemi (yaşı 450-750 milyon yıl), ülkenin esas itibariyle güney kesimindeki masifleri kapsar (Menderes masifinin çekirdeği, Bitlis masifi, Derik dolayı), Hersinya orojenezi ile oluşan bu sistemin (yaşı 320-450 milyon yıl) esas yayılış alanı kuzeybatı Anadolu'dur, Tetis jeosenklinali içinde oluşmuş orojenik yapıları kapsayan Tetisid'ler ise, Kimmerid'ler ve Alpid'ler olmak üzere iki alt orojenik sisteme ayrılırlar, Bunlardan, daha yaşlı (125-315 milyon yıl) olanı Kimmerid'lerdir. Kimmerid'ler, Tetis jeosenklinalinin Paleo-tetis adı verilen daha eski bir safhasında çökelen sedimentlerin, bu okyanusal karakterli jeosenklinalin kapanması sonucunda meydana gelmişler ve karbonifer'den Orta Jura'ya kadar süren bu hareketler özellikle ülkenin kuzeyve kuzeybatı kesimlerini etkilemiştir. Alpid'ler ise güneydeki Gondwana parçaları (Afrika-Arabistan levhaları) ile kuzeyde, Pelo-Tetis'in kapanması sırasında oluşan Kimmeria levhası (ya da kıtası) arasına daha geç bir evrede, güneydoğudan sokulma suretiyle açılan daha yeni ve bu nedenle Neo-Tetis olarak adlandırılan bir okyanusal jeosenklinalin, Kırşehir masifini kuşatan kollarında (Karakaya ve İç Toros okyanusları) çökelen malzemenin, zamanla bu jeosenklinalin de kapanması sonucunda meydana gelmişlerdir. Trias'tan günümüze kadar süren bu dönemdeki deformasyonlar Türkiye topraklarının hemen bütününü etkilemiştir. Böylece, Türkiye'nin tektonik yapısı bu yeni görüşlere göre, adı geçen muhtelif orojenik süreçlerin zaman ve mekända birbiri üzerine taşan süperpozisyonundan oluşan çok karmaşık bir nitelik kazanmıştır.
Uzak jeolojik geçmiş ile ilgili retrotektonik yorumlamalar arasındaki ayrılıklara mukabil, ülkenin bugünkü genel jeomorfolojik-orografik görünümünün, yüz milyonlarca yıllık bu uzun evrimin, kabaca orta Miyosen'den sonra başlayarak günümüze kadar süren ve deformasyonların esas itibariyle kratonik nitelikte meydana geldiği, bu nedenle de düşey ve yatay atımlı faylanmalar ve blok hareketleri ile temayüz eden son safhasının, yani neo-tektonik safhanın eseri olduğun hususunda genel bir görüş birliği vardır (Hütteroth, 1982, Şaroğlu ve Yılmaz 1987; Erinç, 1988). Hemen bütün araştırmacıların çizdikleri ortak tabloya göre bu safhanın başlarında, eski masifler, Mezozoyik ve eski Tersiyer'de oluşmuş muhtelif orojenik yapılar aşınma ile geniş ölçüde tahrip edilmişbulunuyor ve geniş alanlarda deniz seviyesine yakın aşınım düzlükleri ve hafif dalgalı, basık bir reliyef uzanıyordu. Orta Miyosen'i izleyen dönemde, büyük ölçüde artan kompresyonal kuvvetlerin etkisi ile meydana gelen kabuk deformasyonları sonucunda bu olgun reliyef yer yer kırılarak veya kubbeleşme biçiminde yükselerek yeniden canlı bir aşınım alanı haline gelmiş, yükselen kesimler arasında oluşan çukurlar ve havzalar, aşınan malzemenin çökeldiği birikim alanlarına dönüşmüş, bu sırada kırıklar veya fisürler boyunca büyük miktarda magmatik malzeme yeryüzüne çıkmış veya Miyosen ve Pliyosen çökelleri arasına yayılmıştır. Bu aşınım ve birikim süreçleri birçok alanda Pliyosen sonlarına kadar sürmüş ve bu dönemde bir yandan da havzaların kenarından geriye doğru ilerleyen aşınım dalgaları, Pre-miyosen basık reliyefin ve aşınım yüzeylerinin zararına gelişen üst Miyosen ve Pliyosen yaşta, fakat bazıları tamamlanamamış yeni yüzeylerin oluşumuna yol açmıştır, Bu dönemi, üst Pliyosen ve Pleistosende gene faylanmalarla birlikte meydana gelen epirojenik karakterli genel bir yükselme veya yükselmeler safhası izlemiştir. Bu safhada alçalarak torbalaşan Karadeniz ve Levant denizi havzalarında binlerce metre kalınlıkta üst Pliyosen ve Pleistosen depolan çökelirken, Türkiye'nin bulunduğu alan genelde kubbeleşerek bugünkü yükseltisine erişmiş ve tekrar canlı bir aşınım alanı haline dönüşmüştür. Bunun sonucunda bir yandan vadiler derinleşerek havzalar boşaltılır ve taraçalar oluşurken, bir yandan da eskiden Miyosen ve Pliyosen depolarının örttüğü bazı yerlerde, bu depoların süpürülmesi sonucunda fosil Pre-Miyosen reliyef, geniş alanlarda tekrar gün yüzüne çıkmıştır.
Bu olaylar Türkiye'nin bulundu alanda yerkabuğunun jeofizik, jeolojik ve jeomorfolojik birçok özelliklerini belirlemekte başlıca rolü oynamıştır. Plakalar arasında sıkışan sedimentlerin oluşturduğu orojenik yapılar, granitik kabuğun bütün Türkiye'de, fakat özellikle sıkışmanın daha kuvvetli olduğu Doğu Anadolu'da çok kalınlaşmasına (yaklaşık 45-50 km), bu suretle felsik malzemeden oluşan orografik yapı köklerinin aşağıya, astenosfere doğru sokulmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda bütün Türkiye izostatik dengeden uzaklaşmış, batı kesimlerinde 50, Doğu Anadolu'da 150 miligali bulan negatif Bouguer anomalisi alanı haline dönüşmüş, buna mukabil Karadeniz ve Levant havzalarının tabanında granitik kabuk incelenerek parçalanmış, okyanusal kabul satha çıkmış veya çok incelmiş ve buraları pozitif Bouguer anomalisi alanına dönüşmüştür.
Kompresyonal kuvvetler, neotektonik safhada artık rijidleşmiş bulunan yerkabuğunun yer yer kırılmasına, bloklarm birbirine göre yatay doğrultuda önemli ölçüde yer değiştirdiği transform faylara (Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu fayları), oluk biçimli rift vadilerinin oluşumuna, kenarlarında faylarla sınırlanmış, bazı araştırmacılara göre küçük yerkabuğu parçalarının faylar arasında kayması (pul-apart mekanizması) ile meydana gelmiş havzaların ve ovaların oluşumuna yol açmıştır (Şengör et al. 1985). Bu arada İç Anadolu plakasının Kuzey ve Doğu Anadolu transform fayları arasında sıkışması, batı kesiminde güney-batıya doğru dönerek genişlemesine, bunun sonucunda da Ege bölgesinde grabenleşmeye ve Ege denizi tabanında yerkabuğunun incelerek parçalanmasına yol açmıştır.
Türkiye'de çok yaygın olan volkanik reliyef şekilleri de bu tektonik süreçlerle ilgilidir (Erinç, 1970 a; Sür, 1972; Ketin, 1983; Yılmaz, 1985; Şaroğlu ve Yılmaz, 1987). Genç volkanik yapıların genellikle yaylar halinde uzanan orojenik birimlerin gerisinde, adeta ada yayları volkanlarını hatırlatan çizgisel bir diziliş göstermesi (İç Anadolu'da Karadağ-Erciyes, Doğu Anadolu'da Nemrut-Ağrı volkan dizileri), rift hatları, faylar veya graben sistemleri yanında yer alışları (Kuzey Anadolu fayının Erzincan-Erbaa-Niksar kesimi; Yunt dağı ve Kula yöreleri) bunların oluşum mekanizması hakkında fikir vermek bakımından anlamlı mekan ilişkileridir, Doğu Anadolu'da geniş alanlar kaplayan ve çoğunlukla bazaltlardan meydana gelen volkanik örtülerin ise, faylanmalar dışında ayrıca, bu bölgede yerkabuğunun sıkışmalar sonunda kalınlaşması ve orografik yapıların astenosfere sokulan kök kısımlarının magmada, post-orojenik safhada yol açtığı fiziko-şimik süreçlerle (sorguç etkisi) ilgili olduğu düşünülebilir.
Neotektonik safhada meydana gelen bu büyük ölçüdeki deformasyonlar, bu kesiminde yerkabuğunun isoztatik dengeden uzak olması ve hala daha devam eden kompresyonal kuvvetler Türkiye'nin aktif bir deprem alanı olmasının da başhca nedenidir (Ergin, 1966; Sipahioğlu, 1984). Deprem episantralarının diziliş düzeni ile transform faylar; rift hatları ve graben sistemleri arasındaki sıkı mekan bağıntısı ve depremlerin genellikle sığ depremler niteliği göstermesi, ülkemizin bulunduğu kesimin de yerkabuğunun henüz dengelenmemiş bloklardan oluştuğunu kanıtlar.
Aynı safhada meydana gelen düşey ve yatay hareketler drenaj şebekesim de etkilemiştir. Kuzeyde ve güneyde denizlerle kaplı çukur torbalaşma alanları arasında bir kubbe ya da kemer gibi yükselen Anadolu'da faylanmalar ve değişen eğim şartlan sonucunda eski drenaj kanalları birçok yerde terkedilmiş ve merkezden çevredeki çukur alanlara (Karadeniz, Ege, Levant havzası, Hazar ve Mezopotamya) yönelen akarsulardan oluşan, ana çizgileri ile ışınsal karakter gösteren bir drenaj tablosu ortaya çıkmış, özellikle Doğu Anadolu bu suretle çevredeki ülkelerin su deposu haline gelmiş, kubbeleşme alanının daha az yükselen veya muhtemelen parçalanarak nisbi olarak alçalan merkezi çatı kısmının yerinde de büyük bir kapalı havza meydana gelmiştir (İç Anadolu kapah havzası). Kurulu ve/veya yeni kurulan şebekenin, özellikle kenar dağlar üzerindeki kesimleri aralıklarla devam eden yükselmeler sırasında yer yer antesedant, yer yerde sürempoze olarak temele gömülmüş, bazı akarsular ise, Kuzey Anadolu fay zonu boyunca olduğu gibi ötelenmelere uğramış (Erinç et al. 1961 a) veya rift vadilerine uymuştur. Taban düzeyi ile aradaki seviye farkının artması çevredeki akarsuların daha hızla aşındırmasına ve gerilere doğru sokulmasına yol açmış ve bunun sonucunda meydana gelen bazı kapmalarla drenaj ana çizgileri ile bugünkü görünümünü kazanmıştır.
Türkiye'nin temelde matematik konumuna bağlı olan iklim şartları ülkenin ve bölgelerinin özel konumu ve reliyefi tarafından büyük ölçüde tadil edilmiş ve çeşitlenmiştir. Bütünü ile Türkiye, bu enlemlerde kıtaların batı kıyılarını karakterize eden Akdeniz makroklimasının genel ve hakim etkisi altındadır. Güneyinde Eski Dünya karalarının çöl kuşağı, kuzeyinde ise Doğu Avrupa'nın yarıkurak stepleri yayılır. Türkiye'nin Eski Dünya Karaları ortasında ve bu iki kurak iklim alanı arasında yer almasına rağmen, daha farklı ve daha yağışlı bir ülke olarak ayrılmasının başlıca sebebi, Akdeniz'in uzantısı olan ve Akdeniz iklim etkilerinin doğuya doğru sokulmasına imkan veren denizlerle çevrilmiş bulunması ve yüksek reliyefidir. Böyle olmasaydı bütün Türkiye'nin, aynı enlemlerdeki bazı ülkeler gibi yarı-çöller ve steplerle kaplı bir kurak iklim alanı olması gerekirdi.
Türkiye'nin iklim özellikleri muhtelif araştırmacılar tarafından ayrıntılı biçimde tahlil ve tasvir edilmiş, ayrıca bu özelliklerin çağdaş jenetik-dinamik klimatoloji açısından oluşum mekanizması da açıklanmıştır (geniş bibliyografya için bak : Erinç 1984). Ülkenin iklim şartları temelde genel atmosfer sirkülasyonu, hava kütleleri, küresel kutbu cepheye göre konumu ve hava kütlelerinin mevsimlik yer değiştirmeleri gibi, Akdeniz makroklimasının oluşumunu da belirleyen genel planetar etkenlere bağlıdır. Ülke kışın, kutbi denizsel hava kütleleri ile tropikal hava kütleleri arasındaki kutbi cephe boyunca gelişen atmosfer süreçlerinin, özellikle batıdan gezici depresyonlar halinde belli yollan izleyerek sokulan nemli hava kütlelerinin etkisinde kalır ve bu olaylara bağlı olarak bol frontal yağışlar alır. Gene aynı mevsimde zaman zaman kutbi karasal hava kütlelerinin adveksiyonunu da uğrar. Bunun sonucunda kış, yağışlı ve nispeten ılık dönemlerle, soğuk ve karlı dönemlerin münavebe ettiği bir mevsim özelliğini gösterir. Buna mukabil yaz, Türkiye'nin bulunduğu enlemlerde genellikle bir frontoliz dönemidir. Bu mevsimde Asor antisiklonu olarak adlandırılan yüksek basınç sistemi kuzeye doğru kaymış, nemli ve ılık kutbi denizsel hava kütlesi ve kutbi cephe kuzeye çekilmiş, ekvatoral alçak basınç kuşağı kuzeye doğru ilerlemiş ve çatallanan intertropikal konverjansin (ITC) bir kolu ülkenin güneydoğusunda Basra körfezine doğru sokulmuştur. Bu durumda Türkiye üzerinde, kuzeybatıdaki Asor antisiklonundan, güneydoğudaki ITC'ye doğru ortaya çıkan büyük basınç gradyanının izleyen ve bazı araştırmacıların muson rüzgärları mekanizmasına benzettikleri genel bir hava akımı hakimdir. Bu frontolitik durum, ülkemizde yaz aylarını karakterize eden genel yağış azlığının veya yaz kuraklığının temel nedenidir.
Fakat bölgelerin coğrafi özellikleri bu genel tabloda bazı önemli değişikliklere yol açar ve Akdeniz makrokliması çerçevesi içinde bölgesel iklim tiplerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu coğrafi faktörlerin başlıcaları, bölgelerin denizlere göre konumu, orografi, bakı ve kontinentalite derecesidir. Örneğin kışın ülkenin muhtelif bölgeleri arasında büyük ölçüde artan sıcaklık farkları, buna mukabil yazın bu farkların çok azalması, günlük ve yıllık termik rejim bakımından görülen bölgesel ayrılıklar, ormanın, tarım alanlarının ve daimi kar sınırının iç kısımlara ve doğuya doğru yükselmesi, bölgelere göre değişen kontinentalite derecesi ile yakından aläkalıdır. Orografi ise, genel yağış dağılışını belirleyen başlıca faktörlerden biridir. Bu nedenledir ki Türkiye'nin orografi ve yağış dağılışı haritaları arasında büyük bir benzerlik görülür. Kenar dağların denize bakan yamaçları genelde çok daha fazla yağış alır. Bu yağışlar, elverişli bakı şartlarının gerçekleştiği alanlarda, özellikle Doğu Karadeniz kıyılarında sık sık gerçekleşen stasyoner oklüzyon cepheleri sayesinde yılda 2 000 milimetreyi geçer; elverişli bakı şartlan altında orografik yağışlar yazın da görülür. Böylece yurdun bu köşesinde, coğrafi faktörlere bağlı olarak, kışları ılık, yazları da nemli çok farklı bir iklim tipi (Köppen'in mısır iklimi) ortaya çıkar. Buna karşılık, dağlarla kuşatılmış İç Anadolu ile, deniz etkilerinden uzak Güneydoğu Anadolu düzlüklerinde Akdeniz ikliminin yarıkurak stepik tipi, kontinentalinin çok şiddetli ve yükseltinin fazla olduğu Doğu Anadolu'nun kuzey yarısında ise orta kuşağın karasal iklimini andıran bir iklim tipi ile karşılaşılır. Tipik özellikleri ile Akdeniz iklimi ise ülkenin güney ve batı kıyı kesimlerinde hüküm sürer.
Uzun süreler boyunca Türkiye genelinde ortalama sıcaklık şartlan ancak bir iki dereceyi geçmeyen dar sınırları içinde oynamıştır. Buna karşılık Türkiye'de iklimin başlıca özelliklerinden biri, önemli ölçülere varan yağış oynaklığı ve zaman zaman meydana gelen şiddetli kuraklıklardır. Birçok bakımdan önemli sonuçları olan bu iklim arızaları, yağış rasadlarının bulunduğu süre boyunca istatistik metodları ile incelenmiş ve muhtelif şiddetteki kuraklıkların mutemel frekansları saptanmıştır (Tümertekin ve Cöntürk, 1956; Erinç ve Bener, 1961; Erinç, 1952). Yeryuvarın radyasyon bilançosu ve ona bağlı olarak genel atmosfer sirkülasyonu ve basınç dağılışındaki değişikliklerin sonucunda meydana gelen bu kurak dönemlerde Türkiye adeta güneyindeki çöl şartlarının istilasına uğrar. 1916 ve 1928 yıllarındaki kuraklıkların olumsuz etkileri yaşlıların hala hatırındadır ve bazı araştırmacılar tarafından da tasvir edilmiştir. Tarihi kayıtlar, dendroklimatolojik incelemeler ve buzulların durumu ile ilgili bazı araştırmalar ortalama iklim şartlarındaki bu sapmaların çok daha eski dönemlerde de meydana geldiğini göstermektedir. Türkiye topraklarının Pleistosende daha büyük ölçüdeki iklim değişikliklerine uğradığı, süresi 2-2.5 yıl kadar olan bu devir boyunca göl seviyelerinin yükseldiği, bugün ancak izleri görülen yeni göllerin oluştuğu ve yüksek dağlarımız üzerinde bazılarının uzunluğu 15 kilometreyi bulan buzulların meydana geldiği soğuk ve nemli devrelerle, kurak ve sıcak devrelerin birkaç kez münavebe ettiği, son deglasiyasyona paralel olarak yükselen deniz seviyesinin bugünkü kıyı çizgisine zamanımızdan ancak 7 000 yıl kadar önce, prehistorik insanların gözü önünde eriştiği ve günümüzdeki ortalama iklim şartlarının da 3 000-4 000 yıl karar önce teessüs ettiği jemorfolojik ve paleoklimatolojik araştırmalarla ortaya konmuş bulunmaktadır (Erinç, 1952 ve 1970 b; Brice, 1978; Louis 1938 ve 1944).
İklimin, Türkiye'nin fiziki coğrafya özelliklerini belirlemekteki doğrudan ve dolaylı etkileri çok geniş kapsamlıdır. Yatay ve düşey doğrultudaki iklim farklılaşmaları yüzey şekillerinin nitelik ve şiddet bakımından farklı etken ve süreçlerle işlenerek şekillendirdiği morfojenetik veya morfoklimatik bölgelerin oluşmasına yol açmıştır (Kurter 1979). Genelde, 3 500 metreden daha yüksek alanlar glasiyal, ormanın üst sınırı ile daimi kar sınırı arasındaki kuşak periglasiyal, nemli kenar bölgeler fluviyal, ülkenin en kurak kesimleri ise akarsularla birlikte kurak ve yarıkurak bölgeleri karakterize eden etken ve süreçlerin (deflasyon, korrozyon, pedimentasyon) rol oynadığı başlıca morfojenetik bölgelerdir. Gene litoloji ile de ilgili olarak iklim, ülkenin kuzeyinde kütle hareketlerinin (özellikle heyelänlar), güneyinde ise karstlaşmanın hakim olduğu birer kuşağın meydana gelmesine yol açmıştır.
Azonal ve intrazonaller bir yana bırakılırsa, klimatik ya da zonal toprak türleri ve başlıca doğal vejetasyon formasyonları da genelde iklim şartlarına uyan bir yayılış düzeni gösterirler. Ülkenin kuzey ve güney kıyı bölgeleri boyunca kuvvetle yıkanarak podsollaşmaya uğramış, bazı yörelerde lateritik özellikler de gösteren topraklardan oluşan bir şerit uzanır (Oakes, 1956; Erinç, 1965). Daha az yağışlı ve kışlan daha soğuk iç kesimlere doğru hafifçe podsollaşmış, orta derecede asit kahverengi orman topraklarına geçilir. Daha içerlerde ise, artan kuraklık nedeni ile kalsifikasyon pedojenezde ön plana geçer. Bunun sonucunda, İç Anadolu'nun en az yağışlı orta kesimindeki serozyom alanını kabaca konsantrik kuşaklar halinde kuşakta ve merkeze yaklaştıkça giderek daha yüksek alkalinite gösteren pedokaller (kahverengi ve kızıl kahverengi yarı-kurak bölge topraklan) yer alır.
Doğal vejetasyon formasyonlarının genel yayılış düzeni, fizyolojik-ekolojik özellikleri ve floristik bileşimler de ana çizgileri ile iklime, özellikle yağış ve sıcaklık şartlarına bağlıdır (Louis, 1939; İnandık, 1965; Atalay, 1986). Karadeniz kıyıları boyunca nemcil türlerden oluşan gür ormanlar, onların güneyinde şiddetli kış soğuklarına dayanıklı kuru ormanlar, Akdeniz ve Ege kıyılarında ise Akdeniz ikliminin uzun yaz kuraklığına uymuş karakteristik formasyonları genişliği yer yer değişen birer şerit halinde uzanırlar. Artan kuraklığa bağlı olarak iç kesimlere doğru ve Güneydoğu Anadolu'da doğal orman alanlarından önce ağaçlı steplere ve daha sonra da steplere geçilir. Ormanın üst sınırı da, tıpkı daimi kar sınırı gibi, kontinentalitenin etkisi altında kenar bölgelerden (2 000-2 200 m) içerlere ve doğaya doğru yükselir ve Doğu Anadolu'da 2 800 metreye kadar çıkar.
Ana hatları ile özetlenen bu fiziki coğrafya şartları, bugün yurdumuzu oluşturan topraklarda yerleşmiş bütün toplumları, yukarda da belirtildiği gibi, derin şekilde ve çok yönlü olarak etkilemiştir. Fiziki coğrafyanın temel amacı, yeryüzündeki mekanları insanın yaşadığı doğal ortamlar olma açısından ele alarak tanımlamak ve insanla fiziki ortam arasındaki karşılıklı ilişkileri ortaya koymaktır. Hatta denilebilir ki fiziki coğrafyanın bir bilim dalı olarak varlığının gerekçesi de esas itibari ile bu yaklaşım tarzına dayanır.
Türkiye toprakları, bugün olduğu gibi bütün tarih boyunca, kuzeyi ve güneyi, doğusu ve batısındaki farklı kültür alemlerinin karşılaştığı, bunlar arasında temasın sağlandığı, birleştirici, kaynaştırıcı bir geçiş alanı, bir pota rolü oynamıştır. Dünyanın belki başka hiç bir ülkesine bu ölçüde nasip olmayan bu seçkin rol, her şeyden önce coğrafi konumun bir sonucudur. Bu rol, ülke reliyefinin doğal ulaşım ve ticaret yollarının bütün tarih boyunca (Hitit imparatorluğu yolları, Pers kıral yolu, Roma yollan, ipek yolu, Selçuklu ve Osmanlı yolları) güzergahlarını belirleyen genel uzantısı nedeni ile daha çok doğu ve batı doğrultusunda etkili olmuş, doğu ve batı kültürleri burada karşılaşmış, doğu ve batı älemlerini niteleyen terimler (Asya ve Avrupa) burada doğmuştur. Türkiye'nin çoğu kez Asya ve Avrupa arasındaki köprü olarak tanımlanmasının sebebi budur. Buna karşılık ülke konumu, biçimi ve arızalı reliyefi nedeni ile kuzeyindeki ve güneyindeki farklı kültür alemlerinin temasını güçleştiren, meridyonal doğrultuda yayılmalarını engelleyen bir set rolü oynamıştır. Bu alemler arasındaki temas ancak ülkenin kuzeybatısında, setin alçaldığı alandaki Boğazlar ve Marmara üzerinden sağlanmış ve sınırlı ölçüde kalmıştır, İlk Çağda Karadenize sokulan maceraperest Yunanlı gemiciler, Karadeniz'in kuzey kıyılarından tahıl, post ve esir yükleyen Roma gemileri, Orta Çağın beli kılıçlı Venedik ve Ceneviz tacirleri hep bu yolu izleyerek kuzeye sokulabilmişlerdin, Bu yolun en önemli kesimi kuşkusuz. batıdan ve doğudan gelen yolların, Karadeniz'e açılan deniz yolu ile kesiştiği İstanbul Boğazı'dır. Boğazın girişinde kurulan İstanbul bu müstesna konumu sayesinde daha Roma ve Bizans devirlerinde dünyanın dört bucağından gelen malların satışa sunulduğu, işlendiği ve ihraç edildiği büyük bir ticaret, sanayi, kültür ve siyaset merkezi olmuştu, İstanbul Boğazının, Karadeniz aleminin Akdeniz alemine açıldığı yegane kapı olması, bir yandan ona sahip olan devletin gücünü ve önemini artırırken, bir yandan da tarih boyunca bu kapıya sahip olmak ihtirasını körüklemiştir.
Türkiye'nin reliyef özelliklerinin etkileri aslında çok daha çeşitlidir. Bu etkiler bu topraklar üzerinde yerleşmiş toplumların yaşamı, politik ve sosyal özellikleri ve kültürel gelişmelerinde de kendini gösterir. Örneğin kuzey ve güney kıyı bölgelerinin iç kesimlerden, iç kesimlerin ve kıyı bölgelerinin de birbirinden aşılması güç topografik engellerle ayrılmış bulunması, bunlardan her birinin yüzyıllar boyunca ayrı bölmeler halinde kalması daha antik çağda farklı isimlerle adlandırılan ve kültür bakımından da farklılık gösteren tarihi coğrafya bölgelerinin (Pontus, Likya, Karya, Kapadokya, Pamfilya, Kilikya, Paflogonya, Lidya, Frikya) oluşmasına yol açmıştır. Genel olarak eğimlerin kuvvetli olması ve arazinin çoğu yerde derin vadilerle yarılmış bulunmasının da önemli sonuçları vardır. Araştırmaların ortaya koyduğuna göre (Tunçdilek, 1969) eğim bakımından tarıma elverişli sayılan topraklar ülke yüzölçümünün ancak 1/5 kadarını oluşturur. Aynı sebeple geniş alanlar kuvvetli bir toprak erozyonuna maruzdur ve aşınan toprakların birikmesi sonucunda kıyı çizgisinde önemli değişiklikler olmuş, bazı antik çağ limanları (örneğin Efes ve Milet) ve nehir limanları (Tarsus), liman olmak fonksiyonlarını kaybetmiş, bazı körfezler kapanmış (antik Latmos körfezi, bugünkü Bafa gölü), bazı adalar karanın içerlerinde kalmıştır (Brice, 1978). Kırsal ve kentsel yerleşmelerin dağılışı düzeni de, tıpkı yol güzergähları gibi, bütün tarih boyuncu ülkenin reliyef şartlarına bağlı kalmıştır.
Fiziki ortam şartları beşeri landşaftı daha birçok yollardan etkiler, Tarım ürünlerinin coğrafi dağılışı ve verimliliği, daha yüksek sıcaklık isteyen ticari ürünlerin yetiştirildiği kenar bölgeler ile, tahılın ve şiddetli kışa dayanıklı diğer ürünlerin yetiştirildiği ve hayvancılığın yer yer tarımdan daha önemli olduğu karasal iç kesimler arasındaki farklılaşma temelde bölgesel iklim aynlıklarından ileri gelir. Ülkenin birçok bölgelerinde duyulan sulama ihtiyacı şiddetli yaz kuraklığının, Doğu Anadolu'da antik çağdan beri yarı yarıya toprağa gömülü olarak yapılan evler şiddetli kış soğuklarının, geniş alanlarda yüzyıllardan beri uygulanan transhümans ve Doğu Anadolu'da hala daha yaygın olan göçebelik, bazı müelliflerin iddia ettikleri gibi etnik kaynaklı bir yaşam tarzı değil, fakat yükselti farklarına bağlı olarak iklim ve vejetasyonda meydana gelen mevsimlik değişikliklere uyumun sonucudur.
Fiziki ortamın beşeri landşaft üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri aslında yukarıda sayılanlardan çok daha fazladır. Bu etkiler, teknolojinin yüksek bir düzeye eriştiği günümüzde de, Türkiye'de bölgesel ve yöresel coğrafi görünümler arasındaki farkların temelinde yatan ve bir kısım izleri maziden miras kalan esas faktör olarak hala daha büyük rol oynamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder